Bir öykü sadece kendisini oluşturan metinden, o metinde yer alan kelimelerden ibaret değildir. Olay örgüsü, kişiler, anlatım teknikleri… Bunların hiçbiri öykü için olmazsa olmaz ögeler değildir. Öyküde kullanılabilirler ve öykünün bütünlüğü içinde bir tezyin unsuru değil olmazsa eksik kalacak, o öykünün vazgeçilmezi olarak yer alabilirler. Ancak bu vazgeçilmezlik genel olarak öykü sanatı için değil sadece o öykü için geçerlidir. Yazar seçtikleri kadar seçmedikleriyle, anlattıkları kadar, anlatmadıklarıyla da öyküyü inşa eder.
Öyküde kullanılan ögelerden ziyade öyküyü var kılan etkidir. Poe’nun bahsettiği “bir etki”yi uyandırmak için yazar öyküyü kurarken “bir seçim” yapar. Mecburdur buna. Yazar kurduğu her öyküde yeniden seçim yapmak, birçok seçim yapmak durumunda kalır. Seçim yapa yapa o an kaleme aldığı öykü kadar öykü dünyasını da seçmiş ve inşa etmiş olur.
Bu seçimde neyin seçilmiş olduğu kadar neyin seçilmemiş olduğu da önem taşır. Öykü kendisini oluşturmak üzere seçilmiş şeylerden oluşan bir bütünden ibaret değildir. Hatta daha ötesi bir öykü içerisinde yer almayanları kapsar. Çehov’un “Memurun Ölümü” adlı öyküsü aynı zamanda memurun önceki hayatını da kapsar. Okur, “Memurun Ölümü”nde onun bütün hayatını görür ve yine anlatılmayan cenaze töreni dahi okurun zihninde şekillenir. Öykü, roman gibi bütünü kucaklama iddiası taşımaz ama bütüne de işaret eder. Bu yüzden de anlatılmayan ögeler romanda “boşluk” olarak tanımlanabilecek, bir eksiklik olarak değerlendirilebilecek ayrıntıların yokluğu öykü için bu bir avantaja dönüşebilir. Roman yazarı bütünü anlatma, bir kozmos kurma iddiasındayken öykü yazarı ise bütünü işaret edecek ayrıntıları seçer ve anlatmadığı bütünü göstermeye çalışır. Roman yazarı bir kozmos kurabildiği, öykü yazarı ise kozmosa işaret edebildiği, okurun zihninde bir kozmos etkisi uyandırabildiği oranda başarılıdır.
Bu noktada Necip Tosun’un öykü ile roman türlerini karşılaştırdığı yazısından yola çıkarak bu avantaja da işaret edebiliriz: “Öykücü karakterlerin bütün özelliklerini tanıyabileceğimiz bir enstantaneyi/durumu anlatır. Bu seçiş uygun ve yerinde olursa okur “niye, niçin” sorularını sormaz. Okura karakter bu temel özellikle tanıtıldıktan sonra, gerisi onun muhayyilesine bırakılır. Bu sezdirme ve anıştırma ile okurun zihni çağrışımlarına başvurulur. Romancı ise bir karakteri tanıtmak için sayısız olaya/duruma/enstantaneye başvurur. Elbette romanın sivrilen bir kahramanı vardır. Ama roman onunla sınırlı kalmaz. Okura bir karakter galerisi sunar. Pek çok insan romana girer çıkar. Romancı kimi karakteri de kahramanı izah için kullanır.”
Öyküde anlatılmayanlar da en az anlatılanlar kadar önemli, anlatılanlar kadar hesaba katılması gereken inceliklerdir. Anlatmamak bir klişe kırma yöntemi olarak kullanılabilir. Mesela Cemal Şakar “Adı Leyla Olsun” kitabında yer alan “Utanç” adlı öyküsünde hikâyeyi yekpare bir anlatı üzerinden değil öyküyü okuyanların Cemal Şakar’a verdiği tepkiler üzerinden inşa eder. Sert bir öykü olduğunu öğrendiğimiz metinden doğrudan bir alıntı bile yer almaz öyküde. İnsanlar okudukları metinle ilgili tepkilerini metnin yazarına kendi meşreplerine göre verirken her tepkide sanki kamera açısı değişir ve “okumadığımız” metne dair farklı bir bakış açısına sahip oluruz böylece. Farklılıkları birleştirip metinde yer verilmeyen asıl öyküyü “anlamak” okuyucunun mesaisini gerektirir. Böylece Kurosawa’nın “Yedi Samuray” filminde olduğu gibi olay farklı bakış açılarından yansıtılırken öykü, “şahitler” veya “failler” üzerinden okurlarının tepkileri üzerinden anlatılmış olur. Böylece Şakar, özneyi de temayı da, hikâyeyi de “parçalar” ve bu parçaları birleştirmek “asıl” okura bırakılır.
Yine “Adı Leyla Olsun”da yer alan “Ah Kızım”da ise olaylar mağdurun ağzından anlatılmaz. Mağdur, mağduriyetini özenle saklamakta ama gündelikçi olarak gittiği aile bunu gözlemlemektedir. Bir zulüm olduğunu onların gözlemlerinden takip ederiz. Olay anlatılmaz ama şiddet bütünüyle hissedilir. Eğer Cemal Şakar, bu öyküyü “anlatmayı” tercih etseydi kelimeler bize birer klişe gibi görünecekti ve şiddeti de bu derece hissedemeyecektik.
Cemal Şakar’ın bir başka anlatmama öyküsü ise henüz kitaplarında yer almayan “Matematik Defteri”. Hikâye “kentsel dönüşüm” yaşayan bir semtte yaşayan çocuğu anlatır. Olayın vahameti ancak işaretleri bir araya getirip okuyan okurun zihninde belirir. Öykü ima etmez. İşaretler birer ima olamayacak denli somut ve dolaysızdır. Söz konusu somutluk ve dolaysızlık anlatılanların trajedisini, okurun zihninde “normalleştirmeden” veya bir bulmaca çözmüş, bir sırrı deşifre etmiş olmanın mutluğunu yaşatmadan inşa etmesini sağlar. Olan biten “habislik” bütün doğrudanlığı ile okurun zihnine intikal eder böylece.
“Portakal Bahçeleri” kitabında yer alan “AVM” adlı öykü de tam bir “anlatmama” öyküsüdür. 12 Mart 2012 tarihli takvim yaprağının önlü-arkalı metinlerinden oluşan öyküde önerilen kız ismi alev, yemek ciğer tavadır. İki hadis yer almaktadır ön sayfada. Birincisi işçinin ücretini alın terinin kurumadan verilmesiyle, ikincisi de şehitliğin su ve ateşte ölüm, kimsesiz olarak ölüm gibi hallerde de söz konusu olduğunu anlatır. Arka sayfada kıyamet alametlerinden biri olan binaların yükselmesine işaret edilir. Kul hakkının yenmesine ilişkin bir hadis vardır ve faydalı bilgilerde ise rüzgârlı havalarda yangınların çabuk yayılabileceğine ilişkin bir uyarı vardır. Peki, hikâye nerededir. Bunların hepsi herhangi bir takvim yaprağında ayrı ayrı bulabilecek unsurlardır. Yazar normalde takvim yaprağında rastlayamayacağımız herhangi bir unsura yer vermez bu öyküde. Peki, hikâye bu mudur? Hayır. Hikâyeyi burada yazmayacağım. Çok merak ederseniz internete 12 Mart 2012 ve AVM yazıp aratın bence. Takvim yaprağındaki her unsurun özellikle seçildiğine siz de şahit olacaksınız.
“Kara”da yer alan “Bir Öyküye Giremeyen Parçalardan” da bahsetmeliyim bu noktada. Sanki bir öykü yazılmış ve bir şekilde fazla bulunmuş, öyküde yer almasına yazarı tarafından gerek görülmemiş parçalar art arda sıralanmıştır. Okur fragmanlar arasında ilerledikçe başka bir bütüne ulaşır. Okunan bir fragmanlar toplamı değil dört başı mamur, bütünlüklü bir öyküdür. Savaş bütün vahşetiyle okura hissettirilmekte ama bu bütünlüğü yekpare bir metin değil kesik kesik paragraflar ve diyaloglar sağlamaktadır. Öyküde anlatılmak yerine hissettirilenler etkiyi derinleştirmekte ve klişe olmaktan kurtarmaktadır. Öykü yazarının bir muhabir gibi metninde 5N1K’ya yer vermesi gerekmez. Hatta okurda gerekli etkiyi uyandırabilmek için bu unsurları kasıtlı olarak gizlemesi veya okurun zihninde canlandıracak ipuçları vermekle yetinmesi gerekmektedir.
Öyküde aslolan elbette anlatılandır. Öyküde “anlatılmayanı” konu ederken bu yalın gerçeği unutmuş değilim elbette. Yazar, öyküyü kurarken bir enstrüman olarak kullanır bazı şeyleri anlatmamayı. Ancak burada anlatılmaması tercih edilen keşfedilecek unsur, nasip olunacak bir sırlı define değildir. Nitekim örnek verdiğim öykülerde de meram anlatmaktır ve bu merama uygun olarak anlatılacak olan da anlatılmıştır. Mesele büyük ölçüde mesele doğrudan anlatım ile düşülmesi muhtemel klişelerden uzak durmaktır. Zira klişelerin tekrarı anlatılanın vahametini hissedilmez kılmaktadır.
Uzun sözün özeti, bir öykü; kendisini oluşturan metinden çok daha fazlasıdır. Öyküyü edebi açıdan güzel ve özel kılan, hem okurundan hem de yazarından yoğun bir emek bekleten de zaten bu özelliği değil midir?