İlk öyküsü 1982’de yayımlanan Cemal Şakar (1962), Gidenler Gidenler (1990), Yol Düşleri (1996), Esenlik Zamanları (1999), Pencere (2003), Hayalperdesi (2008), Hikâyât (2010), Sular Tutuştuğunda (2010), Mürekkep (2012), Portakal Bahçeleri (2014) kitaplarıyla öykücülüğümüzün farklı, özgün seslerinden biridir. Şimdilerde yeni bir öykü kitabına daha imza attı: Kara (2016).
Cemal Şakar’ın edebiyatımızdaki en ayırt edici özelliği sadece öyküde yoğunlaşması, edebî tür anlamında sadece öykü türünde ürün vermesidir. Öyküyü bilinçli bir tercih olarak seçmiş, bu türün olanaklarını, geleceğini çok iyi tespit etmiş ve bu türün kendine uygun bir yapı içerdiğini görerek burada yoğunlaşmıştır. Kuşkusuz her yazar kendisini, duygularını en iyi ifade ettiği türde yazar. Başka bir şekilde yazamadığı için bu türleri seçer. Kimi yazarlar sadece bir türde yazarken, kimi yazarlar farklı türlerde de yazar. Bu anlamda pek çok yazar, edebiyatın farklı türlerinde eserler ortaya koymuş, türler arasında geçişler yapmış, bazen de bir türde ağırlıklı olarak yazmıştır. Bir yazarın portresi, yazdıklarının toplamıyla ortaya çıkar.
Aslolan, hangi türde yazılırsa yazılsın o türün hakkını vermek, nitelikli ürünler ortaya koyabilmektir. Ancak bazı yazarların yetenekleri belli bir türde daha net ortaya çıkıp belirginleşirken bazı türler ise onların yeteneklerini tam olarak yansıtmaz. Bu nedenle, bir yazarı bir türle sınırlandırmak doğru değil. Ancak burada eleştirilecek olan, bir yazarın yeteneğini sergileyebileceği tür ortadayken, başarılı olmamasına rağmen farklı alanlarda yazmayı sürdürmesidir. Ortaya konan ürünlere bakılırsa Cemal Şakar öykü yazmakla isabetli davranmıştır diyebiliriz.
Cemal Şakar onuncu öykü kitabı Kara’da zamanda kaybolmuş, mekânda şaşan, ne geçmişi ne de geleceği olan bahtı kara insanların merhametsiz, acımasız dünyada bir bir savruluşlarını hikâye eder. Sonları aynı olsa da her biri ayrı kedere yazılmıştır ve büyük şehrin boşluğuna düşerler. Şehir ne ankayı ne de devi barındırır. Onların hepsi masallarda kalmıştır. Artık şehir ağzından ateşler saçan ejderhalardan, yeşil gözlü devlerden daha tehlikeli, daha korkunç, daha acımasızdır. Şehir cehennemdir, mahşer bu da değilse başka hiçbir şey değildir.
Dünyanın her yerinde insanlık dramları yaşanmaktadır. Bir başka deyişle hayatın, çağın rengi karadır. Bu yüzden onun kahramanları çıldırmanın eşiğine gelmiş, zamansız ve mekânsız bir ortamda geçmişin acılarıyla hayata tutunamazlar. Cemal Şakar tam da bu düşüşlere, ayağı kayanlara, kıyıya vuranlara bakar. İnsanlar, zalim yöneticiler, bozuk düzen, egemen güçlerin oyunuyla hayatın dışına düşerler. Savaşlar, zulümler, işten çıkarmalar, grizu patlamaları hep yoksulları bulur. Güzeller güzeli Leylaların kaderi şehrin kaldırımlarında yok olmaktır. Şehrin ışıltısına yenilmiş mülteci kızın kaderi balkonda dengesini yitirmektir.
Öykülerin merkezinde hep şehir vardır. İnsanları öğüten, onların ruhunu, merhametini alan, yalnızlaştıran, kendinden uzaklaştıran şehir. Büyükşehrin insanlara ettiği en büyük kötülüklerden biri ölümlere, haksızlıklara karşı insanı duyarsızlaştırması, köreltmesidir. Ansızın karşılarına çıkan cesetlerden, mültecilerden, yoksullardan hazzetmezler. Başları göğe ermiş, ayakları yerden kesilmiştir. Bu mülteciler de nereden gelmiştir, her yer ceset… Yoksulların bakışından kimse hoşlanmaz, görüntülerinden. İpini koparanın buraya gelmesi onları kızdırır. Şehir ele geçirilmiştir: “Rezidansın yükseklerinden baktım, baktım da şehri ele geçirmiş gördüm.. gördüğüm hemen her yerde cesetler.” Dışarıda kalmış insanlar kente sokulmak, onu saklasın, esirgesin isterler. Ama olmaz. Bir safra gibi dışarı atılırlar: “Ama ne İstanbul! Kocaman bir yalnızlık işte.” Rüzgâr, kuş, gökyüzü, toprak, tohum, güneş, yıldızlar öykülerde önemli fonksiyonlar üstlenir. Şehrin alternatifi yerleri rüzgârda akan bir attır, yıldızlar, dağlar, masmavi gökyüzüdür.
“Cesetler Hemen Her Yerde” öyküsünde, İstanbul’da, şehrin karmaşa ve kaosunda, sessizce, kimsenin haberi olmadan işini kaybeden bir yoksulun psikolojisine eğilinilir. Öyküde ağırlıklı olarak şehir eleştirisi yapılır. Rezidanslar şehri ele geçirmiştir. Bu olağanüstü şehirde yoksullara yer kalmamıştır. “Yumak’ta, ailesini, evini tümüyle kaybetmiş, sadece ninesiyle büyük şehre gelip yaşamaya çalışan delikanlı, şehrin kaosunda, girdabında bir dev olup çıkar. Ama şehir o devi kötülere çarpa çarpa bitirir, bu dev şehre, masala sığmaz. Öyküde yaşanan acılar ninenin elinde bir yumak metaforuyla işlenir ve en son torun acısı da bu yumağa sarılır. Yumak metaforu bir anlatım ustalığı olarak dışlaşır. “Kül”de, savaşla birlikte başka bir dile, başka bir dünyaya gelmek zorunda kalan mültecilerin parklarda var olma mücadeleleri anlatılır. Kentin ışıltısına kapılan kız bu ışıltıda bir çıkış yolu bulamaz. Yangından kaçarken tutunduğu şey meğerse bir boşluktur. Yani büyükşehir. Sonunda kendi boşluğuna düşer.
Öykülerde temel vurgulardan biri de çağ yangınıdır. Bu yangın hem düşünsel hem de eylem anlamındadır. İnsanlar birikimlerinden kopmuş, medeniyetine yabancılaşmıştır. İnsan yalnızlığının arkasında biraz da varoluş sorunları yatmaktadır. Bir yüzleşme öyküsü olan “Masamda Ruhumla” kitabın en başarılı öyküsüdür. Masada düşünen anlatıcı bir bilinç akışı eşliğinde hem kendi macerasını hem medeniyetimizin macerasını giderek insanlık tarihini semboller, isimler, olaylar üzerinden anlatırken okur için bir yüzleşme, muhasebe zemini de yaratır. Anlatım akışkan, lirik ve etkileyicidir. Çağrışım zenginliği ve vurucu cümleler öyküyü zenginleştirir: “Bak dedim ruhuma, iyice bak masamdaki kitaplara, notlara, dergilere, iyice bak, aç gözlerini, bul şimdi kendini, kendi kendine şifa ol.”
Diğer bir yangın da, mazlum halkların, Müslüman halkların yaşadığı coğrafyalarda yaşanır. İsrail’in Gazze’deki çocuk katliamları (“Kumsalda Denizden”), Suriye’deki katliamlar (“Unutuş”) öykülerde gündeme getirilir. Özellikle kendi ülkelerini bırakıp bir başka ülkeye gelmiş mültecilerin sorunları sıklıkla işlenir. “Bir Öyküye Giremeyen Parçalar”da, Suriye’de annesini, babasını kaybeden kahramanın geçmişin acıları, yangınlarıyla yabancı bir ülkede hayata nasıl tutunacağı problemini işler.
Şakar öykülerinde yeni bir biçimsel anlatı tekniği ve kurgu arayışındadır. Sıradan, önemsiz gibi gözüken bir “mesele”nin etkisini kurgu yaklaşımıyla estetize eder. Dümdüz anlatıdan vazgeçip olayları, görüntüleri, duyguları farklı biçimlere büründürüp özgün anlatım denemelerine girişir. Aslında öykü onda biçimdir/kurgudur desek yeridir. Çünkü anlatacağı şeyi kırar, büker, kesip biçer. Öyle ki anlatmak için kurguluyor değil, kurgulamak için anlatıyor gibidir. Öykülerde bol bol fotoğraf, şekil kullanır, kurmacının sınırlarını zorlar.
Cemal Şakar’ın özellikle son dönemlerde duygu ağırlıklı öykülerden düşünce ağırlıklı öykülere evrildiğini görürüz. Kişisel açmazları ve dramları, sadece içsel bir derinliğe doğru değil, aynı zamanda toplumsal sorunlara ve dinî doğrulara doğru açımlar. Şakar toplumsal dramlara eğilmekle birlikte oradan bireysel dramlar devşirir. Bunların aktüel değil, bireysel yansımalarına, bireyde yarattığı dramlara bakılarak sanat katına yükseltilir. Tüm bu yıkımlar, zulümler olurken, yaşamın bir kesitinde annelere, çocuklara, babalara bakılıp bu olup bitenlerin yarattığı dramatik yansımalar hikâye edilir. Zaten pek çok öyküde zulümlerin nerede yaşandığı bile belli değildir önemli olan bireydeki karşılığıdır.