‘İçime bütün kamplar sığsa,
bütün muhacirler, bütün hicretler;
… OLMAZ MI?
Cemal Şakar, 1982’den buyana -son yıllarda hızını arttırarak- öykü anlatıyor. Yaşı ilerledikçe öyküsü gençleşiyor. Onu okurken, öykülerinin fırından yeni çıktığını, soğumadığını fark etmeniz çok zamanınızı almaz. Acıları tazedir. Yarası kabuk bağlamamıştır. Kulağınızın dibinde kahramanının nefes alışını hissedersiniz. Öyküyü okuyup kitabı kapatırsınız. Ama öykü gün boyu zihninizde devam eder. Onun öyküleri masa başında, ‘öylesine’ yazılmış öykülerden değildir. Bu nedenle anlattığı dert okura dokunur. Anlatmak, aktarmak istediği derdineyse, onu okura hiç şüphesiz ulaştırır. Ulaştırmakla da kalmaz okurun zihnini meşgul etmeyi başarır. Onun öykülerini okurken kahramanlarından biri haline gelirsiniz. Öykünün sonuna dek kendinizi olayın bir parçası olmaktan kurtaramazsınız.
Cemal Şakar, son dönemlerde daha katmanlı ve kalıcı öyküler kaleme alıyor. Onun özellikle son üç kitabında bir meselesi vardır ve meselesini çoğaltarak bizlere anlatır. Bu tür öykülerin en önemli özelliği tekrar tekrar okunabilmesi ve her okunduğunda yeni çağrışımların yakalanabilmesidir.
O’nun öyküsü görsel unsurlarıyla öne çıkar. Yazar, masasını bir olayın ya da içinden çıkılmaz bir durumun tam ortasına kurar. Öykülerinin uzaktan yazılmadığı çok belirgindir. Kahramanının dibindedir. Ne hissettiğini, ne düşündüğünü iyi bilir ve okuyucuya da bunu açık seçik teklif eder. Bunu yaparken vaaz etme durumundan da kurtarır kendini. İma eder geri çekilir. Belki de en önemli özelliklerinden biri de budur. Asla bir yazar olarak söz söylemez. Onun söyleyeceklerini gerek atmosferin yapısı, gerekse öykünün izleği kendiliğinden söyler.
Yaşananların zaman ve mekân olarak belirlenmesi ve kayda geçirilmesinin ne önemi vardır. Her çağda ve her coğrafyada özellikle de Müslümanların yaşadıkları coğrafyada acılar hep olagelmiştir. Zamanı ve mekânı özellikle belirginleştirmeyişi öykülerinin kalıcılığına ve kapsayıcılığına katkı sağlıyor.
Her kitabında olduğu gibi her öyküsünde de yeni biçimsel anlatı teknikleri uyguluyor. Bu da onun öyküsünü gençleştiriyor. Belli ki bu durum yazacağı son öyküsüne kadar devam edecektir.
O, Türk edebiyatında söz söylenmeyen ve yazarına kazandırmayacak (!) alanları ısrarla tercih ediyor. Bu tutumu yazarı, edebiyatın özellikle de kelimelerin ve imgelerin şehvetine kapılmaktan uzak tutuyor. Şakar, okuyucularına iki şey bırakıyor. Biri, öykülerini oluşturan kelimeler tükense de öykü, okurun zihninde devam ediyor. Öykücünün derdi okuru da sarıyor. İkincisi de söylenilmeyeni dile getirme çabası, okura ayrıca bir tavır olarak ulaşıyor. Zira o, haber bültenlerinde, gazetelerde meze niyetine harcanmış konuları, insana dokunan tarafıyla göstermeye çabalıyor.
Mürekkep’te olduğu gibi ‘Portakal Bahçeleri’nde de dünyanın herhangi bir bölgesindeki acıları, açlığı, yokluğu, mültecileri konu edinen öykülerle, öykünün imkânlarını da ileriye taşıyarak okuyucusuna sesleniyor. Konu ettiği meselenin bir anını ele alıyor. Okuyucusunun zihninin dağılmasına izin vermiyor ve onları öykünün içine çekmeyi başarıyor. Öykü atmosferini oluştururken metinde yer alan her bir harfi kurguya, olaya hizmet ediyor. Daha ilk öykünün ilk cümlesinde bir savaşın ortasına düştüğünüzü hissediyorsunuz. Savaşın uzun zamandır devam ettiğini, ortalığı kasıp kavurduğunu anlıyorsunuz. Arkada kalanların aralarında dolaşıyor, neredeyse onlardan biri oluyorsunuz. Sizde bir okur olarak o an, arkada bıraktıklarınızı merak ediyorsunuz. Bu kitapta ki birçok öyküyü arkanıza yaslanıp okuyamıyorsunuz. Zarurat-ı Hamse’deki kahramanlarla beraber dere boyu gidiyorsunuz. Çayınız soğuyor. Pencerenizdeki manzaranız değişiyor. Ot yemenin nasıl bir şey olduğunu düşünüyorsunuz. Gruptan biri olarak, mağarada ‘hadi çıkalım’ komutunu bekliyorsunuz. Ebubekir delikten dışarıyı gözlerken, vereceği haberi koltuğunuza yaslanarak bekleyemiyorsunuz. Mağaranın keskin taşları size de batıyor.
Portakal bahçelerindeki bir diğer öykü Parataksis, yirmi dokuz maddeden oluşan bir öykü. Okuyucuya kendi hikâyesini buluncaya kadar cümlelerin yerinin değiştirilmesi salık veriliyor. Aslında hangi değişiklik yapılırsa yapılsın oluşacak öykü değişmiyor. Okuyucunun o an içinde bulunduğu öykü meydana geliyor.
Portakal Bahçeleri’nde duvarların arkalarında yaşamak zorunda kalan insanlar anlatılıyor. Annesinin Halil’e söylediği söz öyküyü özetliyor. ‘Bizim için duvarların ötesi yok oğlum. Bakma öyle uzun uzun göğe. Adanma kuşlara.’
Cennet Kokusu’nda etrafa yayılan cennet kokusunun sebebi meydanda açılmış çarşafın üzerindeki kollar, bacaklar… Cennet Kokusu;kalıplarının kelimelere dar geldiği bir öykü. Kısa, fakat gövdesi çok uzun bir öykü.
Cennet Güzeli’nde buldozerlerin çeliğinde parçalanan nedir? Çeliğe karşı durulmaz mı? Öyküde çiçekler ezilmiş, toprak lekelenmiştir. Buldozerlerden ve askerlerden geriye Rachel Corrie’nin sarı saçlarıyla temizlemiş toprak kalıyor.
Hasan Aycın’la birlikte düşünülmüş ve üretilmiş olan ‘Yarım’da çizgi ve anlatı ortaklığını görüyoruz. Esfel’i- Safilînonun her kitabında yer vermeye çalıştığı bir yazarın yazma sıkıntılarını konu alan öykülerinden.
‘Kendisi Bir Upuzun’bambaşka, okuru sarsacak nitelikte bir öykü. ‘Odasına sürükleniyor, koridoru çınlatan ayak seslerine, onun sürüklenişi de katılıyor’ diyerek açılıyor ve bir soru yumağıyla devam ediyor. Koğuştaki bu adam kim? Tıraş olurken yüzünü kesen, koğuştan çıkmak isterken kapıyı açık sanan bir adam işte. Ne önemi var. Binlercesinden biri. Belki de en upuzun kalanı. Upuzun adam koğuşta, koridordan gelen seslere inat sesini çoğaltıyor,temizleniyor, arınıyor, saflaşıyor. Boncuklar yerde, ip kopmuş, imame kapının yanına sürüklenmiş. O ise tutunamamayı ve yere basmamayı kabullenmiş.
Portakal Bahçeleri’nde on sekiz öykü var. Öykülerinde, ülkelerini terk etmek zorunda kalan insanları, duvarların arkasındakileri, ezilen çiçekleri, çocukları, mültecileri, lekelenen toprağı, çadır kamplarını, işkenceleri, muhacirleri, hicretleri, savaşı ve birçok şeyi okuyoruz. Şakar, öykülerinde sahici insan seslerine, yüzlerine, yaşamlarına, acılarına ve umutlarına yer veriyor.
Cemal Şakar, bunları anlatıyor.
İyi ki de anlatıyor. Ya anlatmasaydı?