|
Pencere "Pencere" Cemal Şakar'ın yeni öykü kitabı. Bir taşra kasabasında, kendi dahil herkese, eşine, çocuklarına, içinde yaşadığı ortama yabancılaşmış bir rate entelektüelin serencamı öyküleniyor. Kitap iki bölüm. Birinci bölüm "Pencere" adı altında toplanmış; ikinci bölümse "Ve diğerleri" başlığı ile sunulmuş. Ancak her iki bölümdeki öyküler aynı serencamın farklı kişiler tarafından yaşanmışlığını dile getiriyor. Ancak birinci bölümdeki öyküler, aynı olayı yaşayan birkaç kişinin görüngüsünden yeni baştan anlatılıyor. Ancak bu anlatı Raşamon'da veya Döşeğimde Ölürken'de (Faulkner) olduğu gibi olayı yaşayan kişiler tarafından değil, fakat aynı anlatıcı tarafından dile getiriliyor. Bir öyküden ötekine geçildiğinde, bu anlatım tarzının kendisi, kahramanlarımızın içinde bulunduğu yabancılığı, savrulmayı, dahası gide gide yoğunlaşan saçma durumu iyice göze batar hale getiriyor. Öykülerin birinde (Dilemma), bu kitaptaki öykülere de uygulanabilecek bir "açıklama" yer alıyor: "Önce imgelemimde uçuşan imgeler belirsiz nedenlerle birbirlerine tutunmaya başlar. Nereye varacağını kestiremediğim bir yola çıkmaktır bu. Zamanla bu yolculukta kısa cümleler, bazen de paragraflar doğar. Bu notlar anlamlı bir bütüne ulaşmaya başlayınca 'tamam' derim ve yazı masasına otururum./Yazdıkça, tasarlananla ortaya çıkan arasında farklılaşma başlar. İlk kurguladığım biçimi bir süre bırakmak istemem, tamamen çağrışımlara uymanın öyküyü dağıtacağına inanırım. Ama yazı ilerledikçe direncim kırılır. Ve onu kendi haline bırakırım. Bir süre akar. Sonra durulur. (…) Her defasında görürüm ki, dil ve metin asla uyuşmamış; aralarında derin bir uçurum oluşmuş. Dille metni, metinle dili kaynaştırmaya başladığımdaysa bambaşka bir öykü çıkar ortaya ve ilk tasarlanan yine yazılmadan kalır." (s.99). Bu kitaptaki öyküler, işte, tam da, burada ifadesini bulan bir anlatım sürecinden geçmiş gibi görünüyor: aynı olay, bir daha, bir daha anlatılıyor. Bu, bir bakıma, yazarın bir türlü tatmin olamayışıyla ilgili bir durumdur. Ama bir yanıyla da, doğrudan öykü kahramanının ya da kahramanlarının yaşadıkları yabancılaşma ve giderek saçmaya dönüşen dramlarıyla ilgilidir. Burada uygulanan anlatım tarzı, öykü kişileriyle birlikte okuyucuyu da, aynı yabancılaşmış, rüzgârda savrulup başıboş giden, o içinden çıkılmaz burgaca sokuyor ve okuyucu da, kahramanlarla birlikte bu girdapta debelenip gidiyor. Yazarın, öykü anlatmaktaki amacını gene onun ağzından dinleyebiliriz: "Hayır! Mızmız cümlelerle bunları anlatmak için oturmadın yazı masasına. Yaşamı değiştireceğine, haksızlıkları ortadan kaldıracağına, zulmü durduracağına inandığın için (…) anlatmayı seçtin./Çünkü senin için yazmak; kurmak, kurgulamak, bir yapı ortaya koymak hatta bir dünya; küçük, sıradan, alelâde insanlara ait bir dünya kurgulamak anlamına geliyordu…" (İstidrad, s. 106). Bu amacı belki şöyle tercüme edebiliriz: küçük insanların hayatı dolayımında hayata müdahale etmek, onu değiştirme çabası göstermek… Bu, elbette, insanın ayakta kalmasının, ayakta kaldığı sürece kendine bir amaç tayin etmesinin, bu amaçlardan birinin de yazma eylemine uygulanmasının esaslı bir gerekçesini oluşturmalıdır. Ancak yazarımız, bu işi, hiç de, burada ifadesini bulduğu biçimde, okuyucunun gözüne batırma, onu tedirgin edecek bir yöntemle, diyelim ki, ona ders verici bir tavır takınarak gerçekleştirmiyor. Bilakis, her şey olması gerektiği gibi, sessizce, göze batmadan, kahramanlarin yıkıntıları abartılmadan, buna rağmen bu yıkılmışlıklar geri plana da itilmeden anlatılıyor. Eğer dünya hikâyeciliği hep tespit edildiği gibi iki ana damar üzerinde, bu demektir ki, Poe ve Çehov ana damarlarını izleyerek gelişmesini sürdürüyorsa, Cemal Şakar'ın ana hatlarıyla Çehov yolunu izlediğini söyleyebiliriz. Şu özelliğini öne çıkartmalıyız ki, Çehov metinlerinin sadeliklerine dokunmazken, Şakar yer yer metinlerle oyun oynamaktan hoşlanıyor: bu da ona yakışıyor.
|