Yine bir kargo ve yeni kitaplar... Her zaman yaptığım gibi okuma listeme dâhil etmeden evvel hepsini elime alıp şöyle bir inceliyor, kapaklarına bakıyorum. Cemal Şakar’ın hazırladığı Hasan Aycın’ın Çizgi’si ile karşı karşıya geliyoruz. Kapakta kullanılan çizgi benim en sevdiğim Hasan Aycın çizgisi. Birden nasıl oluyor, Gece Yürüyüşü’nde yer alan bu çizgiye bakarken öğrencilerime bunun hikâyesini yazdırdığımı hatırlıyor, hem de yakın bir zamanda vuk’u bulan bu anımı anımsıyorum. Yüzünü elleriyle kapatarak o gördüğü şeyi görmek istemeyen ama buna rağmen onlarca gözle yeniden yeniden dirilen o çizgiyi öğrencilerime göstererek “Bakın bunun hikâyesini yazacağız, o gözlerden biri sizsiniz, onun gözünden bana bir hikâye yazın” dediğimi hatırlıyorum. Ardından bir öğrencimin “Öğretmenim, çok görmek acıtır mı?” sorusuna “Neyi gördüğüne bağlı” diye cevap veren bir başka öğrencimi hatırlıyorum. Hatıralar arasında gidip gelirken ve bu halimle sayfaları çevirmeye devam ederken ilerleyen sayfalarda söz konusu çizgiye dair Cemal Şakar’ın hikâyede anlatıcı kimliğiyle yoğrulmuş şu cümleleriyle karşılaşıyorum: “Aycın’ın çizgilerinde bir anlatıcı/göstericiden söz edeceksek bu anlatıcı Gece Yürüyüşü/15’teki çizgidir. Sanatçının olanlar karşısında yaşadığı güçlü hissiyatı gösterir. Neredeyse bütün duyularını kapatmaya çalışır. Çünkü toplumsal alanda olanlara katlanamaz, tahammül edemez. Ama duyuları kapatmak mümkün değildir.” (46)
Duyuları kapatmak mümkün değildir elbet. Görmek istemediğimizi görmek, duymak istemediğimizi duymak, yaşamak istemediğimizi yaşamak zorunda oluşumuza hayat diyoruz bir bakıma. Ama seçmek insanın elinde. Bakınca neyi görmek istediğimizi seçmek ve ona göre hayatı güzelleştirmek ya da hayata küfretmek bizim elimizde. İnsan cenneti de cehennemi de kendi içinde taşırken varlık alanını buna göre şekillendiriyor. Ne yaptığımız, bir anlamda varlık alanımızı hangi çizgilerle çektiğimizi gösteriyor. Kitap da Hasan Aycın’ın varlık alanını çizerken neden “çizgi”yi tercih ettiğini açıklayan şu cümlelerle başlıyor: “Neden çiziyorum peki? Var olmak istiyoruz. Var olmanın izahı olarak dünyada oluşumu kendime izah etmek için çiziyorum.”
Güray Süngü editörlüğünde İz Yayıncılık tarafından yayıma hazırlanan kitapta, Cemal Şakar’ın lirik üslubuyla kaleme alınmış “Sözün Önü” isimli giriş yazısı, çizgilerin eşliğinde büyülü ve gizemli bir yolculuğa çıkacağımızın ilk sinyallerini veriyor. Kahramanı sonsuz yolculuğa çağıran uyanış cümleleri ise şöyle: “O çizginin sendeki özel karşılığını düşünmeye başlarsın: Sen de bir gün o insan gibi, her nasılsa o âna kadar seni çevreleyen, sınırlayan, hapseden çerçevelerin farkına varmış ve oradan çıkabilmek için yıllarca çaba göstermiştin. Bu çabanda Hasan Aycın ilk tutunduğun, sana ilk elini uzatan dostlarından biri olmuştur. Bir daha da elini hiç bırakmamışsındır.” (9) Bu uzun ve güzel dostluğu iki kapak arasında somutlaşmış ve ebediyete iz bırakmış bir kitapla görmek elbette çok güzel. Bu güzelliğe şair Ali Emre de dâhil olarak Hasan Aycın’ın hayatını hem bir şair penceresinden özenle seçilmiş kelimelerle hem de bir dost gözünden samimi cümlelerle anlatıyor. Bu anlatım sıradan bir şekilde şurada doğdu, şu şu okullara gitti şeklinde otomatik cümlelerle sıralı bir biyografi yazısı değil. Bizzat hikâyenin kendisi. Ali Emre, Hasan Aycın’ın hayatına bir hikâyenin perde arasından bakıyor. Sanki Hasan Aycın ve çevresi, kurmaca karakterler de biz de bu öykünün yarattığı dünyada kaybolup gidenleriz. Ben bizzat kaybolup gidiyorum da. Zamanda yolculuk yaparak kendimi birden Hasan Aycın’ın yanında buluyorum. Bu hayat hikâyesi beni derinden yaralıyor, neden bilmiyorum. Aslında biliyorum. Özdeşlikler yakalıyorum. Bir anlamda kendi çocukluğumu görüyorum. Hasan Aycın hakkında daha önce bilmediğim şeyler bana kendi çocukluğumu hatırlatıyor. Ölen kardeşimi, köy yerini, yokluğu ve yoksulluğu, hastalığımı, hastalık sebebiyle altı ay okula gidemeyişimi... Sonra zaten sanat çizgisiyle yakınlık kurduğum Hasan Aycın’la bir de kalben yakınlık kurup daha dikkatle bakıyorum kitaba. Hasan Aycın’ın kitaplarını okurken bu hayal gücünün, folklorün, halk edebiyatı bilgisinin kaynaklarının neler olabileceğini düşünürdüm hep. Bu boşluğu “komşu kadınlar, yaşlı teyzeler, güngörmüş nineler Hasan’ın hem ilk arkadaşları hem de ilk öğretmenleri olacaktır.” diyen cümlelerle tamamlıyorum. Öğretmenlik demişken, bir öğretmen olarak beni en çok etkileyen detay Hasan Aycın’ın derslerdeki durumu. Okuduklarımıza göre Aycın, ilkokulda tüm derslerinden başarısız olmuş bir öğrenci. Yaşadıklarının etkisiyle düşen akademik başarısı, üniversitede düzelmiştir. Bir öğretmen olarak bundan çıkardığımız ders ise, öğrencilerimiz akademik başarısı ne kadar kötü olursa olsun onların başka başka yeteneklerinin olabileceği ve aynı zamanda ilk ve en önemli kıstasımızın adamlık, insanlık, güzel ahlak olduğudur. Bunun yanı sıra Hasan Aycın’ın çocukluğuna dair öğrendiğimiz bir detay onun sanat amacını ve çizgisini de belirler nitelikte. Annesinin kendisine söylediklerinden etkilenen Aycın, küçük yaşta sanat ilkesinin genel hatlarını çiziyor: “Kötü olan hiçbir şey yapmamalıyım; hesabını veremeyeceğim işlerden uzak durmalı, daima bir ilke ve ahlâk eşliğinde yol almalıyım.” (14) Hayatını okurken ilk çizgisinin Yeni Devir’de 1978’de yayımlandığını öğrendiğimiz Hasan Aycın, aynı zamanda bu alanda ilk olmanın özelliğini taşımakta. Ali Emre’nin de ifadesiyle “Dünyanın çizgisi, çizginin dünyasıdır. Küçük bir çocukken kulak verdiği ana öğüdünü tutan, ölçülerini daima koruyan sınırsız bir güzellikler bağıdır onun çizgi evreni. Çizgileri açısından bakıldığında öncesi yoktur Hasan Aycın’ın. Hocası yoktur. Çırağı da yoktur aynı zamanda. Taklitçileri de yoktur. Bir armağandır insanlık için, Müslümanlık için.” (21) Hasan Aycın’nın hayatını, sanatını, kitaplarını, çizgilerini öğrendiğimiz bu bölümde aynı zamanda onun karakteristik özellikleri hakkında da bilgi sahibi oluyoruz: “Hasan Aycın, az sayıda insan için kullanılabilecek güzel sıfatları, kimlik ve kişiliğinde toplayan bir sanatçıdır. Birçok insanın büyük bir çaba ve dikkat göstererek edinebileceği özelliklerin bir bölümü onda adeta bir ahlak hâline gelmiştir.” (21) Bu cümleleri okurken yukarıdaki düşüncemi içimden bir daha geçiriyorum. İlk ve en önemli kıstasımızın adamlık, insanlık, güzel ahlak olduğu... Gerisinin kendiliğinden geldiği. Sadece hayatta değil sanat anlayışımızda da geçerli bir gerçeği…
Hayat hikâyesinden sonra Cemal Şakar, kelimeleriyle Aycın ve okur arasında en güzel köprüleri kurmaya başlıyor. Aycın’ın yaşadıklarının ve sanat anlayışının yerini sadece çizgiye bıraktığı kitap, Cemal Şakar’ın tespitleri, yorum ve değerlendirmeleriyle akademik bir hüviyete bürünüyor. Ancak bu değişim, bu üslup farkı Şakar’ın öykücü kimliğiyle birleşerek naif bir geçişle oluyor. Cemal Şakar’ın edebiyat incelemelerinde sıklıkla şahidi olduğumuz kuramsal bakış, meseleyi bütün boyutlarıyla ele alma, parçadan bütüne ve örneklerden genellemeye gitme gibi inceleme yöntemlerini bu sefer çizgi yorumlamalarda görüyoruz. Şakar, Aycın’ın çizgilerini ilk olarak tema’sına göre gruplara ayırarak her bir bölümde çizgilerin konusuna, alt bölümlerde ise işin teknik kısmına değiniyor. Bizim çizgilere bakarken gözden kaçırdığımız bazı detayları ise satır aralarına serpiştirerek deyim yerindeyse her bir sayfaya onlarca göz, onlarca bakış açısı bırakıyor. Cemal Şakar’ın temaya göre bölümlemeleri şöyle: “Hasan Aycın Kendi İzinde Yürümek, Hasan Aycın’ın Çizgilerinde İnsan ve İnsan, Hasan Aycın’ın Çizgilerinde İnsan ve Tabiat, Hasan Aycın’ın Çizgilerinde İnsan ve Şehir” Bu başlıklarla ele alınan bölümlerde çizgiler ilkin tema ve mesaj ardından çizgi, desen, renk bakımından inceleniyor. Her bir bölümün de kendi alt başlıklarıyla örülen satır aralarında özellikle “insan”a yapılan vurgu dikkati çekiyor. Çünkü Hasan Aycın’ın meselesi de insandır zaten. Her çizgisinde insan hallerini anlatan, insana dönük çizgilerle insanı kendi özüne döndürmeye çalışan izler vardır. Cemal Şakar’ın da ifadesiyle Aycın’ın her şeyi insanla ilişkilidir. Gerek çizgi gerekse kompozisyon insanı anlamaya ve anlatmaya hizmet eder. Bu konuyla ilgili olarak özellikle şu tespit ve yorumlar, Cemal Şakar’ın meseleye çok boyutlu yaklaştığının göstergesidir: “Onun öncelikli meselesi insan olduğu için çizgilerde insansız bir mekân hemen hiç yer almaz; alsa da insanın ‘o mekâna ettiğini’ göstermek içindir. Mekân geri çekilince ister istemez zaman da soyutlaşır. Mekânsızlık ve zamansızlık, evrensel insan arayışını, daha doğrusu insanda değişmeyen öz olarak kabul edilen fıtrat arayışını her türlü kayıttan, sınırlamadan kurtarmak içindir. Mekân sınırdır, sınırlamadır; zaman da başka bir sınırdır, sonluluktur. Bir arayışın gereği olarak çizgilerde genellikle insanın kalbi öne çıkarılır. Çünkü kalp insanın bedeninin merkezi olarak kabul edilir.” (30) İlker Nuri Öztürk’ün Şakar ve Aycın’la yaptığı söyleşide Aycın “Ben kadın veya erkek çizmedim, insanı çizdim. Onun korkularını, beklentilerini, meselesini çizdim. Diğer çizerler de dünyayı ve ahireti içine alan, bütün insanlığı ilgilendiren bu konu coğrafyasını ellerinin altında bulacaklardır.” diyerek çizgisinin herhangi bir ayrım yapmadan sadece insana odaklandığını belirtir.
Hasan Aycın’ın din, dil, ırk, cinsiyet ayrımı yapmadan insana odaklanması ve bunu çizgisine yansıtması çalışmada da Cemal Şakar’ın merkeze insanı koymasının nedenidir. “İnsan ve …” şeklindeki tematik bölümlemelerin muhtevasında Cemal Şakar’ın derin tespitleri dikkat çeker. Detaylardan hareketle bütüne dair yorumlar, çizgilerin tümevarım tekniğiyle incelenmiş olduğunu; çizgiden, resimden, görselden hareketle edebiyata ve diğer sanat dallarına dair yorumlar ise meselenin disiplinler arası bir yaklaşımla ele alındığını gösterir. Mesela Cemal Şakar, Aycın’ın kalp, gül, yıldız, hilal gibi geleneksel simgelere yaslandığını ve bunu imgelere dönüştürerek çizgisine aktardığını ifade ettikten sonra şu yorumu getirir: “Yaslandığı geleneksel simgeleri, bir anlamıyla simge düzeninden imge düzeyine aktarmıştır. Zaten simgelerin toplumsal uzlaşımlara dayandığını düşünürsek, simge üretmenin sanatçıları aşan bir yanı vardır. Dolayısıyla Aycın, geleneksel simgelere yaslandı ama hiçbir zaman onları çizmedi. Zira onları çizmek sadece aktarmak, taklit etmek olacaktı. O simgeleri bugünün modern dünyasına taşıdı ve onları yeni hayatın ilişkileri içinde yeniden üretti.” (27)
Hasan Aycın’ın din, dil, ırk, cinsiyet ayrımı yapmadan insana odaklanması ve bunu çizgisine yansıtması çalışmada da Cemal Şakar’ın merkeze insanı koymasının nedenidir. “İnsan ve …” şeklindeki tematik bölümlemelerin muhtevasında Cemal Şakar’ın derin tespitleri dikkat çeker. Detaylardan hareketle bütüne dair yorumlar, çizgilerin tümevarım tekniğiyle incelenmiş olduğunu; çizgiden, resimden, görselden hareketle edebiyata ve diğer sanat dallarına dair yorumlar ise meselenin disiplinler arası bir yaklaşımla ele alındığını gösterir. Mesela Cemal Şakar, Aycın’ın kalp, gül, yıldız, hilal gibi geleneksel simgelere yaslandığını ve bunu imgelere dönüştürerek çizgisine aktardığını ifade ettikten sonra şu yorumu getirir: “Yaslandığı geleneksel simgeleri, bir anlamıyla simge düzeninden imge düzeyine aktarmıştır. Zaten simgelerin toplumsal uzlaşımlara dayandığını düşünürsek, simge üretmenin sanatçıları aşan bir yanı vardır. Dolayısıyla Aycın, geleneksel simgelere yaslandı ama hiçbir zaman onları çizmedi. Zira onları çizmek sadece aktarmak, taklit etmek olacaktı. O simgeleri bugünün modern dünyasına taşıdı ve onları yeni hayatın ilişkileri içinde yeniden üretti.” (27)
Kitapta sadece temaya değil çizginin estetik zeminine ve kompozisyonuna dair yorum ve değerlendirmeler de mevcut. Çizgilerin ışığı, gölgesi, perspektifi, geometrisi gibi teknik boyutlarına değinen Şakar, bunların tümünü hem içerik hem teknik bakımından bir bütün olarak yorumluyor. Kitabın birçok yerinde ışık, renk, perspektif, motif, geometri, kompozisyon gibi çeşitli değerlendirmelerle karşımıza çıkan yorumlar Şakar’ın görsel-uzamsal bakışıyla birleşerek çizgiye yeni bir boyut katıyor: “Aycın’ın çizgilerindeki eczalardan belki de en başta geleni, çizgilerin üzerine oturduğu kaide olarak ışığın olmayışıdır. Işık olmadığı için renkler de yoktur. Sadece beyaz ve siyah iki zıt renk olarak vardır. Onların varlığı çizginin zorunluluğundan kaynaklanır. Beyaz esas ise siyah arızidir; daha çok beyazdaki gömülü çizgiyi belirginleştirmek için zorunluluk olarak vardır. Bu iki zıt renk çizgiyi belirginleştirmenin, ortaya çıkarmanın yanında, simgesel anlamları itibariyle de vardır.” (47) Görüldüğü gibi sadece kuru bir nazar değil edebiyat, resim ve grafik bilgisi de isteyen çizgiler, yorumlandıkça anlam katmanları artan bir yapıya dönüşüyor.
Ancak bu derin ve zengin yapıda anlam bulanıklaşmıyor, aksine taşlar yerine oturuyor. Bunun başlıca etkeni şüphesiz dilin kullanımı. Cemal Şakar’ın net ama anlam bakımından yoğun cümleleriyle örülmüş bu kitapta, hiçbir kelimenin boşa gitmediğine ama aynı zamanda hiçbir kelimenin de fazlalık olmadığına, yazarın dildeki hassasiyetine bir kere daha şahit oluyoruz. Kitapta beni en çok etkileyen şeylerden biri de titizlikle seçilmiş kelimelerle adeta öykü yazar gibi kurulan, sıkmayan ve su gibi akan cümlelerle oluşturulmuş metnin organik yapısıdır.
Kitabı okuduktan sonra kendi alanında bir ilk olan “çizgi” sanatının bir anlamda edebiyat ve resmin birleşerek ortaya çıkardığı melez bir tür olarak düşünüyorum. Aslında kitap bunu demiyor ama ben nedense böyle düşünüyorum. Çizim, bende binlerce kelimeyi çağrıştırıyor, anlamı çizgiye yoğunlaştırarak zihni katbekat çarpıyor. Sanki her bir noktanın çizgiye evrilen yoğunluğunda binlerce hikâye saklı duruyor. Çalışma boyunca da “çizgi” adını taşıyan Hasan Aycın çalışmalarının aslında ne olduğu konusuna da değiniliyor. Peki nereden geliyor Hasan Aycın’ın çizgisi? Karikatür değil, resim değil, o hâlde ne? Kitapta bu yolculukla ilgili şu başlangıç dikkat çekiyor: “Neredeyse arkadaşlarının elindeki çizgilere el koyarak yayımlanmasıyla başlayan yolculuğunda önünden giden olmadığı için, onun yaptığı her şey ilk defa yapılmış olacaktı. Bu aşamada verdiği ilk karar karikatür çizmeyeceğiydi. Yaptığı işlere bir isim de bulamadı; ‘çizgi’ dedi ve adı öylece konmuş oldu. (…) Karikatürün komikleştirme, abartma, güldürme, suretleri çarpıtma gibi unsurlarını hiç kullanmadı. Bu öncesizlik Hasan Aycın’ın özgürlüğü oldu” (23) Bununla birlikte ilk defa bir şey yapmış olmanın, yeni bir yol açmış olmanın artı ve eksi yanları da var elbet: “Hasan Aycın, önünde giden olmaması nedeniyle hem avantaja hem dezavantaja sahipti. Avantajı, onun çizgi dediği sanat, belirlenmiş kalıplara, ifade biçimlerine yani forma sahip değildi. Dezavantajıysa bu formu kurma yükünün tamamen onun omuzlarında olmasıydı. Ne yaparsa ilk defa yapmış olacak, kendine bir yol açacaktı.” (25)
Hasan Aycın’ın bu çalışması alanında ilk olduğu için Cemal Şakar’ın bu değerlendirme kitabı doğal olarak alanında bir ilk olma özelliği taşıyor. Hem edebiyatın hem de görsel sanatların, çizim sanatının birleşimi diyebileceğimiz bu çalışmada sadece disiplinler arası bir yaklaşımdan değil aynı zamanda ayetlerden de faydalanıyor. Mesela nasıl ki Kurân-ı Kerim’de her şeyin belli bir ölçüde yaratıldığından sık sık bahsediliyorsa Aycın’ın da çizgilerinde bu çizgiyi hiç aşmadan hareket ettiği, çizgilerini belli bir ölçüyle kaleme alıp hem ahlaki hem de estetik anlamda çizgiyi aşmadığı üzerinde duruluyor. Kitabın bir diğer iyi ve farklı yanı ise Cemal Şakar’ın söylemlerinin havada kalmayıp görsellerle yani çizgilerle desteklenmesi. Gerek metnin içinde gerekse dipnot şeklinde adı geçen çizgilere yer verilmesi okur için oldukça önemli.
Hem Hasan Aycın’ın çizgilerinden hem de Cemal Şakar’ın değerlendirmelerinden sonra soruyoruz. Peki nedir bunca çizginin işlevi? Ne tam anlamıyla resim ne de tam anlamıyla edebiyat olan bu “çizgi”lerle sanatçı neyi değiştirebilir? Elbette insanı. Ama sadece bakan değil aynı zamanda görmek isteyen insanı. Sonuçta yazarın da deyimiyle sanatçı, sistemi yıkamayacağını bilse de sistemin kodlarını çözüp içeri girebilen ve gerçekliğe yırtıklar açabilendir. Şakar bunu şöyle yorumluyor: “İnsanın etrafını saran zardaki küçük delikler, yırtıklar gerçekliğe açılan pencerelerdir. Aycın’ın çizgileri işte bu zara atılmış kısa kesiklerdir. Onlar sayesinde minik aydınlanmalar yaşarız; durur, düşünür, akleder ve eleştiririz. Çizginin de işlevi bu kadardır; gerisi insanın bu delikten iz sürmeye devam edip etmemesiyle alakalıdır.” (102)
İz sürmeye niyet ettiğimiz bu yolculuktan sonra diyebiliriz ki çizginin bu uzun yolculuğu noktadan bir diğer noktaya uzanan sürecin toplamı. Yani insandan insana. Hasan Aycın’ın Çizgi’si, Aycın kalemiyle göze, Şakar anlatımıyla dile, okur dinlemesiyle kulaklara hitap eden çizgiler bütünü. Kitapta çizgilerin aslında sadece bir çizgi olmadığı, her birinin başlı başına bir sanat eseri olduğu fikrinden hareket edilerek her bir çizgi inceleniyor, yorumlanıyor ve görünenin ardında görünmeyene, gözden kaçırdıklarımıza derli toplu bir bakış atılıyor. Bizi ayrı ayrı çarpan çizgilere Cemal Şakar ayrı ayrı ve sonuçta bütün olarak bakıp hem analiz hem de sentez yapan ve ardından birbirinden kıymetli değerlendirmelere ulaşan bir kitapla emeğe duyulan saygıyı somutlaştırıyor. “Sözün Önü”nde duyduğumuz o lirik dille başlayan yolculuk amacına hizmet ettikten sonra “Sözün Ardı”yla bütünleşen cümlelere dönüşüyor. Çizgi, bizi de içine alan geniş bir daire çizdikten sonra başladığı yere dönüyor. Cemal Şakar, “Aslında hissettiğin sadece Hasan Aycın’ın fıtri insanıyla kol kola girmekten ibarettir: Seni alıp gezdirmiş, kendi gözlemlerine, tanıklıklarına ortak etmiştir. Hepsi bu…” diyerek başladığı kitaba şu cümlelerle son noktayı koyuyor: “Hepsi buydu. Onunla kol kola gezmiştim. Gördüğüm kendi gözlemlerimdi. Tanıklıklarım kendi tanıklığımdı.”