2000’li seneler, Türkiye’de uzun süre iktidarın, kamusal alanın dışında tutulmuş dindar çevrelerin siyasal iktidar cihazını ele geçirmesi ve bunun doğal sonucu olarak hayatın diğer alanlarında kendilerini peyderpey göstermeye başlamasına sahne oldu. Bir başka deyişle, adına İslamcılar mı dersiniz, dindarlar mı dersiniz, muhafazakârlar mı dersiniz, “çevre”yi oluşturan kitleler merkeze yerleşti. Henüz iktidarın uzağında iken prensiplere vurgu yapan, ahlaki ilkeleri her seferinde tekrarlayan, o dönemin “merkez”ine anlamlı eleştiriler yönelten bu çevrelerin, kendileri merkezi noktalara geldiklerinde, daha önceden dile getirdikleri eleştirilere bu defa konu olmaları, ilkeleri değil de reel politiği önemsemeleri gibi bir sonuç 2000’lerle birlikte karşımıza çıktı.
Mustafa Kutlu’nun Huzursuz Bacak isimli eseri hayatın pek çok alanında artık “izleyici” değil “eyleyici” olan dindar kesimlerin çelişkilerini anlatan çok değerli bir örnektir. Fatma Barbarosoğlu’nun Rüzgâr Avı adlı öykü kitabı da aynı eleştiriyi fragmantal bir üslupla yapmayı başarmıştı. Cemal Şakar’ın Kara’sında yer alan “The Mahrem Palace” öyküsünü bu iki kitaba eklemlenen önemli bir öykü olarak görmekteyim. Kitabın en ilginç öykülerinden biri “The Mahrem Palace”. Öyküye adını dindar, muhafazakâr ailemizin kaldığı otel verir. Bu ailenin reisi olan erkeğin bilincinden Müslüman zenginlerin içine düştükleri konformizm gösterilir. Kitabın başlangıç öykülerinin ardından gelen “The Mahrem Palace”, iki bakımdan dosyanın güçlenmesine sebep olmuş. Birincisi genellikle mazlumların uğradıkları zulümler, içinde yaşadıkları yoksulluklar üzerinden anlatılan öykülerin arasında, bu öykü, bir farklılık, bir zenginlik oluşturmuş. İkincisi de bütün bu zulümlerin ve yoksullukların sebeplerinden birinin de varlıklı ama bilinçsiz Müslümanlar olduğu mesajı verilmiş. Bir anlamda neden bu halde olduğumuz sorusunun cevabı da verilmiş.
Ne kadar malum da olsa söyleyelim: Şakar’ın odaklandığı meselelerin başında İslam dünyasında akan kan geliyor. Şakar, adeta, İslam coğrafyasında işlenen zulümleri anlatmak üzere öykü yazıyor. Filistin’i, Suriye’yi anlatıyor. Fakat özellikle son senelerde meydana gelen Suriye felaketine yönelip mültecilerimizin demeyelim, muhacirlerimizin maceralarına odaklanıyor. Bu macerayı Suriye’nin köylerinden, kasabalarından, kentlerinden başlatıp İstanbul’a ve İstanbul’da yaşanan bir faciaya kadar anlatıyor. Akdeniz kıyısını mezar edinen çocuklardan kötü yola düşen genç kızlara, dilenen Suriyelilere uzanan acı akıbetleri öyküleştiriyor. Şakar’ın bu noktaya yaptığı vurgu, Afganistan’la bütünleşen Cahit Zarifoğlu gibi, Suriye acısıyla bütünleşen bir Cemal Şakar portresinin ortaya çımasına yol açmıştır. (Yazdıklarından veya sosyal medya paylaşımlarından, Kanada’da mı yoksa İsveç’te mi veya Konya’da mı yaşadıklarını anlayamadığım, dahası hangi asırda yaşadıklarını anlayamadığım arkadaşlar var. Doğrusu bu da bir sanatsal tercihtir, diye düşünemiyorum. Bana yapay ve bencil geliyorlar. Bu “steril”lik doğal ve samimi olsa böyle bir sanatsal tercihe diyeceğim olmaz. Nedense aklıma şimdi bu arkadaşlar geldi.)
Yazarın öykülerindeki bir başka meselesi ise İstanbul. Bu İstanbul, acıların, gözyaşlarının, tecavüzlerin, yoksullukların, açlıkların, ölümlerin, öldürümlerin, sefaletlerin İstanbulu’dur. Şakar’ın İstanbulu son derece acımasız, öldürücü, yok edici bir şehirdir; dilendirir, süründürür, öldürür. Şakar, İstanbul’a yakın zamanda gelmiştir. Anadolu onun için taze hatıralarla yaşamaktadır. İki dünya arasındaki farkın büyüklüğü, İstanbul hayatının dinden ve merhametten uzaklığı, onu büyük bir üzüntüye itmiştir. Aynı zamanda çok sayıda öykü yazmasına da sebep olmuştur. İstanbul’un yazarın öykücülüğünü derinlemesine etkilediği muhakkaktır. Bu etki hem nicelik hem de mahiyet anlamında bir etkidir. İşte bu yeni hayat ve yeni şehir, yazarın İstanbul’u anlatırken adeta “Tevfik Fikretleşerek” şehri pek çok acının, felaketin sebebi olarak göstermesine sebep olur. Elbette ki, kendisine öfke duyulan merci, şehir değil, bu şehrin “kara”lığını ve karanlığını artıran hak çizgisinden uzaklaşmış insanlardır. Şakar’ın zaman zaman insanları kötülüğe, karanlığa götüren sebepleri de göstermeye çalıştığı, bir insanı namussuz ya da katil yapan sebepleri “Yumak” öyküsünde olduğu gibi göstermek istediği görülür.
Öykülerde anlatım tutumu üzerinde mutlaka durulmalı. Zira Cemal Şakar, anlattıklarına karşı olumlu veya olumsuz bile değil, yüceltici veya yerin dibine batırıcı bir “yanlı” yaklaşım geliştiriyor. Mazlumlara acırken zalimlere nefret kusuyor. Ancak bunu da bir başka kahramanın veya yarattığı anlatıcının ağzından kotardığı için, mesela “hidayet” romanlarında rastlayageldiğimiz edebi kayıp, yani yazarın tavrının açık edilmesinin roman sanatına ödettiği bedel burada söz konusu olmuyor. Şakar, bunu ustaca başarıyor.
Şakar öykücülüğünün önemli bir yönü hiç şüphesiz öykülerinde cesurca uyguladığı anlatım biçimleridir. Bilinç akışından kolaja, gösterme tekniğinden fragmantal anlatımlara uzanan anlatım yöntemleri uyguluyor. Mesela Şakar’la aynı jenerasyondan olan Cihan Aktaş ve Necip Tosun’la kıyaslandığında, Şakar’ın bu iki isme oranla daha deneysel olduğunu rahatlıkla söylemek mümkündür. Aktaş ve Tosun, öykü türünün alışılmış çerçevesini bozmadan, daha klasik bir noktada durmayı tercih etmektedirler. Kitapla ilgili söylemem gereken son bir not ise, birbirine benzer iç seslerle örülmüş öykülerin art arda gelmesi, dosyadaki öykülerin okur tarafından ayrı ayrı algılanmasını zorlaştırmaktadır. Metinler zihnimizde iç içe geçmektedir.
Meraklısına önemli not: Ertan Örgen’in Öykümüzün İzinde (2014) kitabında Şakar’la ilgili yetkin bir makalesi bulunmaktadır ve bu yazıda Örgen, Şakar’ı “kara gerçeklik” yazarı olarak tanımlamaktadır.
Folklor Öyküleri
Hatice Tekin, 1966 doğumlu ve 2015 senesi itibariyle ilk öykü kitabını neşretti. 49 yaşında ilk öykü kitabını neşreden bir yazar… Şehirler Arası’nın “Konya” bölümündeki yedi öyküyü okuduğumda küçük çaplı bir şok yaşadım. Çocukluğumdan beri duyageldiğim deyimler, atasözleri, âdetler, olaylar, örfler birdenbire hafızamın kutusundan çıktılar ve beni esir aldılar.
Bugün yaşadığı şehrin folkloruna bu kadar hâkim bir öykücü var mıdır veya kaç tane vardır? “Konya” bölümünün başına konmuş olan “Düğüm” öyküsü; eski usul kız isteme, istenecek olan kızı uzaktan uzağa seyretme, kız evinin oğlan evi için hazırladığı dürü, bu dürünün sergilenmesi sırasında nişanın bozulması ve iki gencin daha birbirleriyle konuşmadan yollarının ayrılmaları gibi, bizim neslin artık uzağında kaldığı, belki kulaktan kulağa duyduğu artık büyük oranda hayatımızdan çekilmiş ritüelleri anlatıyor. Birbirlerini sevip sevmediklerine emin olamayan, evlilikleri hakkında kendi kararlarını kendileri alamayan, psikolojileri çok canlı olarak verilmiş damat ve gelin adayı. Her öykü, adeta Konya folklorunun farklı bir cephesi yeni nesillere aktarılmak isteniyormuş gibi yazılmış… İçimizde iz bırakan öyküler…
Burada ilgimi çeken nokta, yazarın artık olmayan hayatları, artık yaşamayan insanları anlatırken, buna bir nostalji havası vermeyi tercih etmemesi. Abdülhak Şinasi-vari bir geçmiş anlatısı değil bu. Hatta daha da önemlisi bir geçmiş anlatısı değil bu. Yazar, artık olmayan ve yaşanmayan bu hayatları anlatırken geçmişe bakarak anlattığını hissettirmiyor bize. Hâlbuki konaklarda, “şivli”liklerde, pişmaniye çekilen evlerde geçiyor öyküler. Bu insanlar, bu hayatlar, bu âdet ve örfler büyük oranda bugün bizim yaşantılarımızdan çekilmiş durumda. Ancak yazar bu durumu görmezden gelerek öyküleştiriyor olup bitenleri. Kitapla ilgili tek eleştirim, modern dünyanın, modern edebiyatın karmaşıklığı, çapraşıklığı, kaotik yapısıyla yan yana konduğunda Tekin’in öykü dilinin belki biraz fazla açık / sade olması. Anlatımına bir çapraşıklık, bir yoğunluk, bir karmaşıklık ekmeli Hatice Tekin. Böylesine masum ve tenha hayatları yazdığı için belki de böylesine masum ve tenha bir dil kullanıyor... Ancak dilin estetize edilmeye, işlenmeye ve anlatımın yoğunlaştırılmaya ihtiyacı var. Ki “arkaik”likten kurtulsun bundan sonraki öyküler…
Kahraman’ın Yolculuğu
Mehmet Kahraman, ikinci öykü kitabı Işıklar Açık Kalsın’la, ilk kitabındaki başarısını tekrar etti. Kahraman’ın başarısı, öykülerinin sonuna geldiğimizde bizde bir tatmin duygusu yaratabilmesi. Öykünün yapısını ihmal etmiyor. Psikolojik derinliğe inmesini biliyor. Öyküyü ilginç bir son için yazmıyor. Bizi bir final beklentisine sokmuyor. Kitaba adını veren öyküsünde olduğu gibi, bizde bir acıma hissi uyandırmasını başarıyor. Yoğunluk sorununu aşmış görünüyor. Duygusallığı, daima öykülerinin en güçlü kozu olarak kullanıyor. Ancak bunu abartıp metinlerini okunmaz hale getirmiyor. İki kitapta yer alan öykülerden sadece biri, ikinci kitabın son öyküsü “Gölge Oyunu”, gerçekçi çizginin sınırlarını zorluyor. Bu da onun arayışını gösteriyor. “Gölge Oyunu”, metafizik bir açılımı ima ediyor. Dikkat ediyorum, pek çok öykücü, kitabının sonuna doğru daha deneysel, daha sıra dışı metinlerini koyuyor. Kahraman da öyle yapmış, sıra dışılık özelliği gösteren öyküsü dosyasının sonunda yer alıyor. Buradan bir damar bulup yeni öyküler yazmayı başaracak mı? Yoksa bu metafizik deneme bir deneme olarak mı kalacak? Göreceğiz. Kahraman, ikinci öykü kitabıyla ilkindeki başarısını yineledi. Her iki kitabında da yapısı zayıf veya anlatım temposu düşen tek bir öykü bile yok. Asıl gücü burada işte. Ne yazarsa yazsın, okumamızı sağlayacak bir ritm, bir canlılıkla yazıyor. Aslında bir “akım”dan bahsedilebilir. Öyküleri içten içe saran ve gücünü daima zirvede tutan voltajı yüksek bir elektrik akımından bahsedebiliriz. O sebeple ışıkların açık kalmasını istiyor, diyerek bir latife ile bitirelim.
“Bozkırda Altmışaltı”
Mustafa Çiftçi’nin ilk kitabı Âdem’in Kekliği ve Chopin üzerine yazmıştım. Yazar ikinci kitabını çıkardı. İkinci kitabında öykülerin, “uzun öykü”ye dönüştüğünü görüyoruz. Çiftçi yoluna ilk kitabındaki konu ve kişileri derinleştirerek, çeşitlendirerek devam ediyor. Ancak Bozkırda Altmışaltı ilk kitaba oranla çok daha ileride bir kitap. Dolayısıyla iki eser arasındaki kısa sürede bile yazarın ciddi bir mesafe kat ettiğini söylemek isterim. Mustafa Çiftçi ile Konya’da mülaki olduk. Birazcık zaman ve zemin bulabildiğimizde, sohbete daldığımızda, Çiftçi’nin öykülerindeki o alttan alta gülümseyen, güngörmüş, hoşsohbet anlatıcının ortaya çıkıverdiğini, dünyaya ve hayata bakışını aşikâr ettiğini gördüm. Çiftçi’yi anlamak için kendisini tanımak ve dinlemek gerekiyor. Bozkırda Altmışaltı’nın içinde yer alan “Kara Kedi” öyküsü beni büyüledi. Burada yazacaklarım ancak bir methiye olabilir bu yüzden. Zira büyülendim. Koku satıcısı Aziz Efendi ancak bu kadar renkli ve bu kadar zengin çizilebilirdi. Kendisine böyle bir tipi gerçek hayatta tanıyıp tanımadığını sordum. Bütün amatörler yazarlara böyle aptalca sorular sorar. Ben de yaptım bunu. Koku satıcısı Aziz Efendi Türk öyküsünün unutulmaz tipleri arasına şimdiden girdi bile. Öyküyü büyüleyici kılan, içimizde bir yerde yaşayan, çocukluğumuzda bir yerlerde gördüğümüz bir insanın, belki de görmediğimiz, şahit olmadığımız ama sezgilerimizle, duygularımızla içimizde yaşattığımız bir insanın, bu derece sahici, bu derece çarpıcı bir biçimde bize sunulabilmesinde.