Röportaj
NASIL YAZAR OLDULAR?
Konuşan: Erhan Genç, Ertuğrul Doğan
CEMAL ŞAKAR İLE NASIL YAZAR OLDUĞUNU KONUŞTUK
Okul hayatınızda nasıl bir öğrenciydiniz? Derslerle aranız nasıldı?
İlkokul yıllarına dair çok şey hatırlamıyorum. Sadece tahtadan çantalarımızı koridorda fırlattığımızı hatırlıyorum. Niye fırlatıyorsak? Çanta yarışı yapıyorduk herhalde. Bir de ilkokul öğretmenim bizim aile dostumuzdu. Ailemle arası iyiydi. Sık sık babamla görüşürdü, benim okumayacağıma hükmetmişti. Gerçekten matematiğe kafam hiç basmıyordu. Yani ilkokulla ilgili hatırladığım aşağı yukarı bunlar. Ortaokula geldiğimizde bir mucize oldu. Modern matematik diye bir şey çıktı, zannediyorum ilk bizim kuşakla başladı. X’ler, Y’ler… kümeler… Ona kafam bastı ve birden matematik zorluğunu aştım. Çok parlak, başarılı bir öğrenci değildim. Orta zekâ bir öğrenciydim ama derslerde hiçbir zaman zorlanmadım. Lise yılları tabii hayatımda çok ayrı, önemli yıllar.
En geriye gidersek okul hayatınızın yazarlığa dokunan noktası ne olabilir?
İlkokulla ilgili dediğim gibi çok şey hatırlamıyorum. Ama ortaokulda kendimi her nasılsa; Kemalettin Tuğcu ve Abdullah Ziya Kozanoğlu okurken buldum. Kemalettin Tuğcu tabii popüler bir yazardı. Abdullah Ziya’yı kimden duydum? Edebiyat öğretmenimiz mi söyledi, bilmiyorum. Ama onun öncesinde çizgi romanlar okuyorduk. Balıkesir’de Emek Sineması vardı. Onun yanında el arabasında çizgi romanlar satılır veya kiraya verilirdi. Kitap mı pahalıydı, biz mi fakirdik bilmiyorum. Orada seyyar arabanın yanına çöker, cebimdeki paraya göre iki üç tane kitap kiralar, okur, geri koyardım. Tommiks, Texas... İlk kitapla tanışmam çizgi romanlar üzerinden oldu. Daha sonra Kemalettin Tuğcu’yu ağlaya ağlaya okuduğumu hatırlıyorum. Beni çok etkilerdi. Ortaokulda -muhtemelen Kemalettin Tuğcu etkisiyle- bir roman yazdım. Zannediyorum otuz-kırk sayfa oldu. Sarı, saman kağıdından bir defterim vardı. Matematik defteri olarak kullanırdık. Sonra onu kaybettim. Hem okurluk bakımından hem yazarlık tecrübesi bakımından ortaokulda hatırladığım şeyler bunlar. Liseye geldiğimizde ise şöyle bir şey oldu; o zaman ben bir derneğe gidip gelmeye başlamıştım. Solcuydum. Derneğe gittiğimde elimde Mai ve Siyah vardı. Muhtemelen müfredat gereği duymuşumdur onu da. Derneğe gittiğimde oradaki ağabeylerden biri, “Ne bu küçük burjuva romanlar filan. Bu kitapların sınıf bilincimize bir katkısı olmaz ki” dedi. Cevap veremedim. Bir diğeri beni kayırdı. “Ya okumak okumaktır. Bırak işte okumaya alışsın.” O zamanlar Politzer’in Felsefenin Başlangıç İlkeleri’nden başlanırdı. Ve oradan çıktığımda ben de bu kitabı almıştım. Akrabam olan biri vardı, aynı derneğe giderdik. “Yolda giderken ne okumamız lazım?” soruma, “Kemal Tahir ‘in Yediçınar Yaylası’nı oku.” dedi. Farkında olarak ilk kez Kemal Tahir’in Yedi Çınar Yaylası’yla edebiyatla tanışmış oldum.
Peki ben yazar olmak istiyorum diye bir düşünce ne zaman ortaya çıktı?
İki yazar tipi var galiba. Birisi ben yazar olacağım diye yola çıkan, diğeri de kendisini bunun içinde bulan tip. Mesela Orhan Pamuk malum ressam, resimle ilgileniyor. Yirmi iki-yirmi üç yaşında, “ben yazar olacağım,” diyor. Böyle bir yol seçiyor. Ve bence iyi de bir yazar oluyor. Benim böyle bir lüksüm olmadı. Ortaokuldan itibaren çok yoğun kitap okuduğumu biliyorum. Bilirsiniz bazı yazarların babası filandır, eniştesi feşmekandır, şöyle bir evde doğmuştur, böyle bir kütüphanesi vardır; onlara hep imrenmişimdir. Benim doğduğum evde bir Kuran-ı Kerim, bir de Osmanlıca bir ilmihal kitabı vardı. Başka kitap yoktu. Dahası ben kitap okumaya başladığımda rahmetli anneciğim çok kızardı bana: “Biz sana gidip yiyesin diye para veriyoruz, sen biriktirip kitap alıyorsun.” Okumamam ve yazmamam için ailem elinden geleni yaptı. Ama niye bu kadar kitap okumayı sevdiğimin gerçekten bir cevabı yok. Mizaçla ilgili bir şey herhalde…
Lise ikide ya da üçte kendimi öykü yazarken buldum. Niye roman ve şiir değil de öykü? Bunun da cevabı yok. Hatta zaman zaman söylerim, öykücülere, “siz öykücüler birbirinizle iyi geçiniyorsunuz. Dayanışma halindesiniz. Ama şairler kavgacıdır, niye böyle?” derler. Ben türlerin seçiminde de mizacın etkili olduğunu düşünüyorum. Daha gergin, nasıl diyeyim, daha sert, daha cesurca söyleyenler şair, bizim gibi uysal insanlar da galiba öykücü ve romancı oluyor.
Yan sınıftan bir arkadaşım vardı, o da benim gibi okumayı çok seviyordu. Biz haftalık harçlığımızı biriktirir cumartesi günü kitapçıya giderdik. O zamanda barkod olmadığı için kitapların fiyatları etiketlenirdi. Bazen kitapçı birine yeni fiyat basmayı unuturdu. Dolayısıyla bir kitap alacaksak tümüne bakardık, acaba eski fiyat kitap yakalama şansımız var mı diye. O arkadaşımla çok ciddi okumalar yaptık. Lise sona geldiğimizde arkadaşla bütün dünya edebiyatı klasiklerinden ve Türk edebiyatı klasiklerinden okunması gereken her şeyi okuduğumuzu düşündük. Okunacak yazar bulamıyorduk artık. Bir rehber olmayınca ne yapsak dedik. Bitmiş olamaz. Daha okunacak bir sürü kitap olması lazım. Aklımıza ödüller geldi. Mesela Orhan Kemal ödülünü kimler almış? Sait Faik ödülünü kimler almış? Böyle bir liste çıkardık. Oradan yeni yazarlar keşfettik. Füruzan’ı ve Sevgi Soysal’ı ödüller üzerinden tanıdım.
O ilk yazdıklarınızla ilgili sizi teşvik eden var mıydı?
Hiç teşvik eden yoktu, yasaklıyorlardı daha çok.
Okurluk serüveninde size yoldaşlık eden yazarlar ve kitaplar olarak çok genel bir soru sorsam birkaç isim ve kitap sayabilir misiniz?
Lise yıllarında o arkadaşla şöyle bir taktik de geliştirmiştik: Bir yazarın tüm eserlerini okuyorduk ve mümkünse onun üzerine yazılmış kitapları da okuyup o yazarı kendimizce bitirmiş kabul ediyorduk. Bunun iyi tarafları olduğu gibi şöyle bir kötülüğü de oldu; o dönem Kemal Tahir’i, Orhan Kemal’i, Yaşar Kemal’i tamamen okuduk. Üzerine yazılmış kitapları da okuduk. Ama ondan sonra Yaşar Kemal kitap yayımlamaya devam etti. Ben onları bir daha okumadım. Çünkü benim kafamda bitmişti Yaşar Kemal. Ama bugün öykücülüğüm üzerine etkileri olanlardan bahsedeceksek zaten Ömer Seyfettin modern öykünün kurucu babalarından. Esendal’ı, Refik Halit’i, Haldun Taner’i severim. Ayrıca Tomris Uyar’ı, Füruzan’ı, Rasim Özdenören’i, Mustafa Kutlu’yu da anmalıyım. Bunların benim üzerimdeki etkilerinden söz edebiliriz. -Bu arada bir sürü de isim unuttum.- Ayrıca Latin ve Rus edebiyatının da etkisi altında kaldım. Avrupa edebiyatının üzerimde çok etkisi olmadı. İşin biçimsel tarafını biraz daha Avrupa edebiyatından öğrenmiştim; Virginia Woolf’tan, Faulkner’dan filan. Mesela Joyce’u okumayı üç defa denedim. Hatta daha sonra Armağan Ekici’nin çevirisini de aldım. Dördüncü teşebbüsümde de okuyamadım, yine yarıda kaldı. Virginia Woolf’tan biçimsel olarak bir sürü şey öğrendim, ama onun zihinsel, dünyaya sırt dönmüş muhayyilesinin bende karşılığı olmadı. Ses ve Öfke’yi de okurken zorlandım. Sadece Benjy’yi anlattığı bölüm vardır, beni çok etkiler. Hâlâ kendimi zaman zaman o bölümü okurken bulurum. Dediğim gibi onlardan öykünün, romanın biçimsel yanlarını öğrendim, ama benim yazarım değiller, benim yazarım olamadılar. Fakat Dostoyevski, Tolstoy, Gogol… Latinlerin neredeyse tamamın bendeki yeri ayrıdır.
O zaman okuma miktarınız en başından bugüne doğru hiç azalmamış gibi gözüküyor.
Evet artıyor. Hâlâ deli gibi okuyorum. Artık sosyal hayatım filan da neredeyse sıfırlanma noktasına geldi. Bunun psikolojik bir sorun olduğunu düşünüyorum aslında. Beşte mesaim bitiyor. Zaten kütüphanede çalıştığım için mesaim de kitapların arasında geçiyor. Beş buçukta evde oluyorum. Sabah altı buçukta uyanıyorum. Yedi buçuk gibi işte oluyorum. Çay sigara… Sekizde mesai başlamış oluyor. Sekizden gece on ikiye kadar arada ihtiyaç molaları haricinde devamlı okuyorum. Dediğim gibi bu okuma sosyal ilişkilerime zarar vermeye başladı. Bunun da farkındayım. Ama insan kendisi psikolojik sorunlarını tespit etse bile bir şey yapamıyor. Bu hoş bir şey değil. Çünkü ben edebiyatın; toplumdan, toplumsal hayattan beslendiğini, doğduğunu, doğması gerektiğini düşünen biriyim. Fakat kendimi yine de kitaplardan alamıyorum.
Yazma alışkanlıklarınız nedir? Müsvedde kullanır mısınız? Kalemle mi yazarsınız? Direkt bilgisayara mı yazarsınız?
Benim için hayat önceliklidir. Balıkesir’de esnaftım. Dolayısıyla gündüz okuma ve yazma şansım yoktu. Eve geldiğimde hemen ihtiyaçlarımı gördükten sonra odama çekiliyordum. Allah’tan çok anlayışlı bir eşim ve çocuklarım vardı. Onlar “bizi de yalnız bırakıyorsun, beraber yaptığımız işler ne kadar az filan” demiyorlardı.
Bilgisayarım ve daktilom yokken ajandalara yazardım. Bir de ben bir öyküyü defalarca yazan bir adamım. O ajandayı öyle kullanırdım. Öykünün birçok versiyonu olurdu. Sonra ‘son versiyon’ diye yazar sonra daktilo ederdim. Genellikle daktilo edilmiş nüshadan sonra yeni bir nüsha daha daktilo edilirdi. Sonra bilgisayar çıktı. Ama ben yine ajandalara yazmaya devam ediyordum. Bilgisayarı sadece daktilo yerine kullanıyordum. Ömer Lekesiz’in teknolojiyle arası çok iyidir. Hemen adapte olur. “Direkt bilgisayara yaz,” dedi. “Yok,” dedim, “mümkün değil yazamam.” “Yazarsın, artistlik yapma,” dedi. Ama bilgisayarı tanımıyordum. Word’u kurdum, açtım, bir cümle yazdım. Yazarken böyle sigara filan içiyorsun ya birden ekran gitti. Daha doğrusu ekranda bir şeyler uçuşmaya başladı. “Ulan ne oluyor,” dedim. Bu kadar acemisiydim. Ekran koruyucusuymuş. Sonra alıştım. Şimdi direkt bilgisayara yazıyorum. Bilgisayarda belgelerim çok düzenlidir. Her şey yerli yerindedir.
Yazmanın mekanla nasıl bir ilişkisi olduğunu düşünüyorsunuz? Yazmak için hususi olarak gittiğiniz bir yer var mıdır?
Eskiden yazmak için mutlaka odamda olmalıyım, sessizlik olması lazım derdim. Hayat her şeye alıştırıyor. Artık gündüz kütüphanede yazabiliyorum. Oraya tabii gelen oluyor, kitap soran oluyor, bölünüyorum. Bölününce de yazılabiliyormuş. Ali Şeriati insanın dört zindanından bahseder. Biz dört değil kırk tane zindan üretiyoruz kendi kendimize: “Sessizlik olmazsa yazamam, kahve olmazsa yazamam, dolma kalem olmazsa yazamam.” Bu insanın zindanı… Bu zindanlarla hesaplaşmak, yıkmak lazım… Her halde okuyabilmek, her halde yazabilmek lazım...
Mekân üzerinden şöyle bir şey konuşabiliriz; mekânı, öyküyü tetiklemesi bakımından önemli buluyorum. İstanbul’a ilk olarak ekonomik nedenlerle gelmiştim. Bir yıl bekâr evinde yalnız kaldım. Ailemi taşıyamadım. Akşamları neredeyse eve gitmezdim. Zaten gidilecek bir evim de yoktu. Bekâr odası gibi bir yerde kalıyordum. Sadece yatmaya giderdim. Çalıştığım iş yeri Gayrettepe’deydi. Metroyla İstiklal Caddesi’ne giderdim. Oraları çok fazla gezmiştim. İstiklal, Galata, Kabataş… “Mürekkep” ve sonrası öykülerimde mekânın öykülerimi nasıl etkilediğini görürsünüz. Temalarım değişti, zenginleşti, mekân zenginleşti. Mekân ve tematik değişimler biçime yansıdı. Mesela geçen Güray’la da konuşuyorduk. İki yıldır İstiklal’e inmemişim. Sultanahmet’e aylardır gelmemişim. Bunu doğru bulmuyorum. Sağa-sola gideyim, öykücü olarak gözlem yapa yapa gezeyim değil, eş dostla buluşuyorsun, muhabbet ediyorsun o arada yanından biri geçiyor, bir olay oluyor. Bakıyorsun ki bilinçaltında imge olarak birikmiş. Ve o imgeler bir zaman sonra seni tetiklemeye başlıyor. Yoksa eller cepte böyle avare avare gezip öykü topluyor gibi bir şey değil. Normal bir hayatı yaşıyorsun. Ama farklı mekânlar seni hem tema açısından zenginleştiriyor hem de öyküne biçim açısından yansıyor.
Yazmaya başlamadan önce yazacaklarınız zihninizde belirlenmiş olur mu yoksa tamamen oturduktan sonraki akışa mı bırakılmıştır? Bazen sizi de şaşırtacak sonuçlara ulaştığınız olur mu?
Not tutmuyorum. Aslında şöyle oluyor bende öykü işi; bir şey oluyor, -Bir kitabı okurken beni etkileyen bir cümle olabilir, bir sohbet anında dostların bir cümlesi olabilir.- şafak atıyor bende. “Aaa bak bunun öyküsü yazılır,” diyorum ve bu öyküyü kafamda günlerce yuvarlıyorum. Bu bazen bir ayı buluyor, bazen iki ayı buluyor, bazen üç gün sürüyor. O ara anlatıcı ne olsun, mekân nasıl olsun, dil nasıl olsun bunları düşünürken öyküyü kafamda yuvarlamaya devam ediyorum. Sonra tık ediyor, tamam bitti diyor muhayyile. Bilgisayara oturuyorum ve o gün sabah başlayıp akşam bitiriyorum öyküyü. Ondan sonra artık ince işçiliği başlıyor. Öykü çalışan arkadaşlar var. Mesela Aykut Ertuğrul… “Ne yapıyorsun Aykut?” diyorum. “Öykü çalışıyorum,” diyor. “Ne oldu öyküye?” diyorum. “Abi çalışıyoruz işte,” diyor. İşte bir sürü notlar filan… Ben anlamıyorum bunu. Çünkü dediğim gibi ben yoğunlaşınca o atmosferden çıkarsam bir daha o öyküyü yazamam sanki. Bazen de şöyle oluyor: -Şimdi giderek biraz daha el becerimiz arttığı için bu vukuatı çok yaşamıyorum ama eskiden olurdu.- Oturuyorum, yazıyorum yarım sayfa, bir sayfa… Bitmiyor. Kıvranıyorum. Meğer dış gebelikmiş, diyorum. Bu durumda o öyküyü hemen silip atarım. Bir kenarda dursun, bir daha kullanırım filan yok bende. Önümde durdukça başka bir şey düşünmeme de fırsat vermiyor.
Yazma anında anlık düzeltme mi yapıyorsunuz yoksa ne geliyorsa yazıp en son geri döndükten sonra üzerinde mi çalışıyorsunuz? Yazma anında anlık düzeltme mi yapıyorsunuz, yoksa ne geliyorsa yazıp en son geri döndükten sonra üzerinde mi çalışıyorsunuz?
İki türlü de yapmıyorum. Önce kemale ulaşana kadar muhayyilemde öyküyü yuvarlıyorum. Dediğim gibi biçim olarak, ses olarak, anlatıcı olarak, mekân olarak bütün hatları muhayyilemde belirlemeye çalışıyorum. Oturduğumda da az önce söylediğim gibi genellikle bir gün içinde öykü bitiyor. Ertesi günü soğuttuktan sonra birkaç müdahalem oluyor. Benim böyle aceleci bir tarafım vardır. Elli yedi yaşına geldim. Kaç öykü yazdım bilmiyorum. Ama öyküm bitince hâlâ heyecanlanırım. Minik bir hinterlandım var. Hemen oraya mail atarım. Sonra hemen pusuya yatarım. Ne zaman geri dönecekler diye. Güray üç gün sonra döner. Aykut iki gün sonra döner. Hasan Aycın bir saat sonra döner. Beklentimi aştığı an dürterim: “Güray dönmedin. Ne oldu? Beğenmediniz mi?” diye. Hepsinden tek tek görüş alırım. Kimisi tashih buluyor, kimisi bu cümle olmamış abi diyor, şurada hata yapmışsın diyor, o eleştirileri alıyorum bir daha gözden geçiriyorum. Söylediklerini ciddiye alırım. Onlar dönmediği müddetçe öyküyü yayınlamam.
Tanınmayan bir yazar ile tanınan bir yazar arasındaki eşiği nasıl atladınız?
Atladım mı? Ben hâlâ çok tanınan bir yazar olduğumu düşünmüyorum. Her şey emek. Kendinizi bir yola girmiş buluyorsunuz. Bir yola girdiğinizde yaptığımız şey aslında bir zanaat. Bu zanaatın gereklilikleri var. Edebiyatçı olacaksanız temeli okumaktır. Okumadan yazar olunmaz. Sadece emek de yetmiyor. Düşünmek gerekiyor. İyi öykü nedir? Bu öykü nasıl yazsam daha iyi öykü olur? Benim hayatımda, edebiyat hayatımda, öykü hep merkezde oldu. Ve üzerine her seferinde çok düşündüm. Yaptığım işi ciddiye aldım. Hiçbir zaman tanınayım, bilineyim diye öyküye başlamadım. Hatta bazı genç öykücülerle oturduğumuzda tanınmak, bilinmek üzere öykü yazıyorsanız yanlış yoldasın diyorum. Artık twitterdan tanınmak daha mümkün. Twitterın bir mantığı var. Gençler o mantığı iyi yakalıyor zaten. Bir iki aforizma attığın zaman hemen takipçi sayın artıyor. Öyküde şiirde durum böyle değil. Tanınmak, bilinmek isteyen, kısacası şöhret bekleyen bence sahne sanatçısı olmalı.
Yazarlığa ilk başladığınızda yapmış olduğunuz ama sonradan bunu yapmama gerek yokmuş dediğiniz bir şey var mı?
Pencere kitabım yayımlandığında o zaman Balıkesir’de üniversitede okuyan bir çocuk vardı. Sık sık görüşürdük. “Ağabey, Pencere’yi diğer kitaplara oranla çok sevmedim,” dedi. “Ne oldu?” dedim. Altını çizecek çok bir şey bulamamış. Benim ilk üç kitabım daha çok kişisel benlik arayışı kitaplarıdır. O zamanlar zaten ben de kendimi arıyordum. Az önce de dediğim gibi solcuydum, sonra Müslüman oldum. İlk üç kitapta biraz daha süslü laflar var herhalde. Ama Pencere’de kafam biraz daha duruldu. Bugün geldiğim yerde edebiyatta kendi adıma asıl olanın sadelik ve yalınlık olduğunu düşünüyorum. Lise yıllarında Sait Faik okuyordum. Bu öykü mü diyordum, her akşam otursam yazarım; oturuyordum, yazamıyordum tabii. Ama her yaşın, her çağın ne diyelim kendi ruhu var. Yirmili yaşlarda o öyküleri yazmam gerekiyormuş. Bir de şu var; kırk yaş Kuran’ı Kerim’de de olgunluk yaşı, kemal yaşı olarak geçer. Gerçekten kırk yaşını önemsiyorum. Mesela ben kırk yaşından sonra deneme konusunda zihnimin açıldığını düşünüyorum. Kırk yaşa kadar genç insan bir sürü şey yaşıyor. Ruhsal şeyler yaşıyor. Duygularını tanıyamıyor. Bir şey yaşıyor ama bu nedir? Ya da yaşadıklarını yanlış isimlendiriyor. Aşk mı, nefret mi, sevgi mi, merhamet mi? Dolayısıyla yanlış yerlere koyuyor. Yanlış yerlere koyunca kafa alabora oluyor. Kafası bu kadar karışmış, henüz yaşadığı duyguları ve fikirleri doğru isimlendiremeyen, doğru isimlendiremediği için hayatında yanlış yere koyan birinden çok sade, yalın öyküler yazmasını, öykü üzerine çok basit ama çok özlü yazılar yazmasını bekleyemezsin. Dolayısıyla her yaşın, her kuşağın kendi içerisinde macerası var.
Yazar adayları ülkemizde edebiyat dünyası tarafından yeterince teşvik ediliyor mu? Yahut böyle bir teşvike gerek var mı?
Ben genç yazarların son on yılda aşırı teşvik edildiklerini düşünüyorum. Niye? Artık çok fazla edebiyat dergisi çıkıyor. Dergiler reyonuna gittiğinizde yüze yakın edebiyat, sanat dergisi var. Yayınevlerinin imkânları hızla çoğalıyor. Benim ilk kitabım, ilk öykümden sekiz yıl sonra çıktı. Necip Tosun’un on beş yıl sonra. Biz öyküye başladığımızda bir Aylık Dergi vardı, bir Mavera vardı. Dergiler de zaten üç dört öykü ancak yayımlıyordu. İlk üçe-dörde gireceksin ki Mavera’da öykün yayınlansın. Çok burnumuz sürtüldü. Çok nefis tezkiyesinden geçtik. Daha sonra dergilerde patlama yaşandı. Doksanlı yıllarda rahmetli Ramazan Dikmen, yanlış hatırlamıyorsam, “Taşra Dergilerinin Edebiyata Yaptığı Kötülük” diye bir yazı yazdı. Çok da güzel bir yazıydı. O yıllarda genç edebiyatçılar çeşitli sebeplerle kendi dergilerini çıkarmaya başladılar. Bu aynı zamanda kendilerini bir editör denetiminden kaçırmak anlamına da geliyordu. Şimdi bu imkân çok daha fazla, aşırı bir şekilde gençlerin önüne sunuluyor.
Peki ilk kitabınızdan beklentiniz neydi ve karşılığında ne buldunuz?
Ben realist bir adamımdır. Toplam edebiyat ömrü açısından baktığımızda öykülerimin, yazılarımın bir karşılığı olduğunu düşünüyorum. Bunca emek boşa gitmedi. Kırk yıldır yazıyorum. Kimseye düşmanlık yapmadım, kimseden düşmanlık görmedim, kimse bana çelme takmadı, ben kimseye çelme takmadım. Öyle güzel dostluklar kurdum ki gerçekten bunu samimice söylüyorum, böyle bir edebiyat hayatım olmasıydı, muhtemelen böyle kıymetli insanlarla tanışmamış olurdum. Biz edebiyata başladığımızda zaten ağabeylerimiz vardı. Onlar bizi yeteri kadar torna tesviyeden geçirmişti. Buradan şöhret olunmayacağını, para kazanılmayacağını, kitaplarımızın zaten üç yüz, beş yüz, en fazla bin satacağını zaten söylüyorlardı. Böyle başladık. Dolayısıyla da bir hayal kırıklığı yaşamadım.
Yazarın ekonomik özgürlüğü ile ilgili ne düşünüyorsunuz?
Özellikle esnaflık yaparken çok yorucu olduğu için zaman zaman “yazdıklarımızla geçinemiyoruz” diye hayıflandığım olurdu. Daha sonra teliflerle geçinen yazarlara bakıyorum. Allah’a şükür ki telifle geçinmek zorunda kalmamışım diye düşünüyorum. Orhan Kemal’i düşünün, alt katta biraderi ağır hasta, o üst katta tefrikasını yetiştirmek zorunda kalıyor. Senaryolar yazıyor, çeviri yapıyor, deli gibi hikâye yazıyor, yeniden yazıyor, romana çevirmek zorunda kalıyor. Şimdi biz bugün dönüyor ve diyoruz ki Orhan Kemal’in romanlarında kurgu sorunları var. Gerçekten var, romanları kurgu bakımından sorunludur. İyi de aşağıda biraderi can veriyordu adamın. İyi ki telife güvenip bu işlere girmemişiz. İyi ki Allah başka işler vermiş de ekmeğimizi başka yerden çıkardık. Yirmi bir kitabım var, hepsi çok satsın, telif getirsin isterdim tabii ki. Ama başından beri böyle olmayacağını biliyorduk.
İlk kazandığınız telifi hatırlıyor musunuz?
Hatırlıyorum. Mavera’dan almıştım. Tabii hafızam bana oyun yapmıyorsa. Mavera bir ara İstanbul’a taşınmıştı. Artık İstanbul’da çıkacaktı. O zaman İstanbul’ da askerdim. Bir öyküm yayımlandı. O zaman ilk telifi Mavera’dan aldım diye hatırlıyorum.
Kaç liraydı peki?
Otuz beşli bir şey. Üç yüz elli lira mıydı, üç buçuk milyon muydu? O zamanın parasını hatırlamıyorum.
Günümüzün parasıyla üç yüz elli liraydı herhalde.
Günümüzde öyle bir şeye tekabül ediyordur muhtemelen.
Kendinizi yazarak ifade etmekten başka hangi sanat dalıyla ifade etmek isterdiniz? Böyle bir ilginiz var mı?
Her genç gibi liseli gibi bağlama aldım ve bağlama kursuna gittim. Üç arkadaş başlamıştık. Bir iki ay sonra onlar bir türküyü üç defa dinleyince çalmaya başladılar. Ben hâlâ önümdeki notalara bakarak çalıyordum. Baktım, bu saz bana uymuyor, dedim. Bıraktım. Onun dışında başka heves ettiğim hiçbir şey olmadı. Öyküden memnunum. Öyküden başka bir şey de hiç düşünmedim. Üniversitede şairlerle aynı evde kalıyordum. Bir ara şiire heves etim. Dört beş şiir yazdım. Şair arkadaşlara gösterdim. “Şiir yazdım,” dedim. “Sen sadece cümleleri alt alta dizmişsin,” dediler. Yırttım, attım. Böylece şiir macerası başlamadan bitmiş oldu.
Teşekkür ederiz.
Ben de davetiniz için teşekkür ederim.