Söyleşiler

  • Bizim Külliye - Söyleşi
    Bizim Külliye - Söyleşi

    TANER NAMLI

     

    1. Öykülerinizde çağın gündelik meselelerini, güncelin tazeliğini yakalayabiliyoruz. Örneğin “Utanç” adlı öykü kitabınızdaki göçmenlik, sınava hazırlanan atanamamış mezunlar, banka-müşteri/köylü ilişkileri ilk göze çarpanlardan. Elbette bunları öykü dilinizin derin duyarlılığı ve ustalığı eşliğinde okuyoruz. Öykülerinizde, güncelin yerini nasıl belirliyorsunuz? 

    Güncelle eser arasındaki ilişki krizli bir ilişkidir. Çünkü güncel güne dair olduğu için güncelliğini yitirdiğinde eserin de değer kaybına uğrayacağı düşünülür. Oysa öyle değildir. Şunun için; eserin derdi, günceli zapt etmek değildir. Zapt etme işi tarihçilerin, gazetecilerindir. Sanat ele aldığı konuyu kendi diline dönüştürür. Dönüştürür de ne yapar? Oradaki insani özü bulup açığa çıkarır. Sanat her zaman insanla ilgili bir etkinliktir; insan varsa sanat vardır. Çünkü sanatın icracısı da, meselesi de, muhatabı da insandır. İnsandan yola çıkar, insanı dolanır ve yine insana döner. Bütün bu etkinliği boyunca aradığı olayların, olguların, durumların insanla ilişkisidir; bir anlamda, olanların insanda neden olduğu tesirdir ve bunun sonuçlarıdır. 

    Eğer güncel sadece güne dair demek olsaydı ve sanat sadece güne dair olanları yazsaydı bugün Don Kişot’u ya da Savaş ve Barış’ı okumamızın bir anlamı olmazdı. Biliyoruz ki tarih boyunca sanatın işlediği konular üçü-beşi geçmez; ama bizim sanata olan ilgimiz, bu konuları yeteri kadar okuduğumuzu düşünerek eksilmez. Eserle temasımız konu üzerinden değildir; bir konuyu daha iyi anlamak, öğrenmek için okumayız, aslında orada aradığımız son tahlilde kendimizizdir. 

    1. Necip Tosun’la yaptığınız bir söyleşide sorduğunuz bir soruyu size yöneltmek istiyorum: “Öykü hangi yönleri ile bu çağın diline temas ediyor?” 

    Bu soruya öykü açısından bakıldığında cevap oldukça basit: Zaten öykü edebi bir form olarak modern zamanlarda doğdu, bu münasebetle her yönüyle çağın diline temas edebiliyor, diyebiliriz. Modern zamanların yarattığı parçalanmışlık, anlam sorunu, bireyin kendi içini keşfi, hız, yabancılaşma, yalnızlık, tutunamama gibi sorunlara öykü biçimsel imkanlarıyla rahatlıkla cevap verebildi. 

    Ancak burada öyküyü kutsamak istemem. Roman da modernlikle kendini bulmuş bir tür; şiir de bu toplumsal dönüşüme anında yanıt verebilmiştir. Aslında edebiyatın motor gücü hep şiir olmuştur, kurmaca şiirin açtığı yoldan ilerlemiştir. Belki burada değişen motor gücünün el değiştirmesidir. Zannımca modernlikle birlikte ortaya çıkan roman bu öncü gücü ele geçirmiştir. Aslında bir dönem biz öykünün edebiyatı sırtlanacağını düşünmüştük. Çünkü modernliğin hızına yetişebilecek en uygun türdü, ama yanıldık, bu işi şimdilik roman üstlendi gibi duruyor. 

    1. Taşra, öykü kaynaklarınızdan biri. Ve taşranın değişime, yeniliğe direnç gösteren insanlarıyla da yüz yüze geliyoruz öykülerinizde. Özellikle taşrayı anlatma ihtiyacı taşıyor musunuz? Taşrayla nasıl bir bağ kuruyorsunuz?

    Evvelemirde söylemeliyim ki özellikle anlatmak istediğim hiçbir konu olmadı. Az önce dediğim gibi benim için hiçbir konu özel değil. Öykü benim içime düşen bir tohum gibi başlıyor, sonra o tohum gelişip serpiliyor ve öykü olarak taşıyor. Hiçbir zaman “şu konuda bir öykü yazayım” diye masaya oturmadım. Kitaplarımda tematik bir bütünlük gözetmedim. Kalbime ne düştüyse, yani kalbime ne değdiyse onun derdine düştüm; kimisi öykü olarak ortaya çıktı, kimisi dert olarak içimde kaldı. 

    Malum sebeplerden dolayı bugün merkez-taşra diye bir ayrım kalmadığını düşünüyorum. Ama yine de mesela İstanbul’la Balıkesir arasında bir fark var ve bence bu fark metropol-şehir ayrımı. Metropollerin özelliği dünyaya alabildiğine açık olması ve bu açıklığa eşzamanlı olarak tepki verebilmesidir. Türkiye’ye gelecek herkes önce İstanbul’a ve Türkiye’den gidecek olan herkes İstanbul’dan dünyaya akar. Gelen ve gidenler kendi rengiyle kokusuyla gelir ve renginden, kokusundan pay bırakarak gider. Her temas insanda bir iz bırakır. Metropoller bu renkler ve kokularla doludur, diğer şehirlerse bu payı ancak metropoller üzerinden alırlar. 

    Eğer yine de adına taşra diyeceksek, orayla özel bir bağ kurmak gibi bir çabam yok; zaten doğma büyümeli oralıyım, baba ocağım orada, her fırsatta gidip gelmeye gayret gösteriyorum. Fakat şu söylenebilir: Metropoller, modernliğin niteliklerinin hızla tebarüz ettiği yerler. Bu hız alışılageldiğimiz yaşam tarzlarımızı yerinden ediyor, aynı hızla yenisini kurmayı da beceremiyoruz. Sıkışıp kalıyoruz, bildiğimiz yollar silikleştiği için kendimizi yabancı, yalnız, kaybolmuş hissediyoruz. Kendini böyle hisseden birini anlatmaya kalktığınızda öykü de alabildiğine parçalanıyor, çağrışımlar rastgeleleşiyor, göndermeler göndergelerini yitiriyor, kelimeler delaletini bulamıyor ve ortaya öznelleşmiş bir dil, boğucu bir atmosfer, parçalanmış benliğin bir türlü bütünleyemediği anlam gibi sonuçlar çıkıyor. Oysa taşrayı anlatmaya başladığınızda, metropole göre nispeten alışılmış bir hayat tarzı, kestirilebilir insan tepkileri, ezberlenmiş sokak filan devrede olduğu için gerçeklik de insan ilişkileri de zaten belli bir açıklığı üzerinde taşıdığı için anlaşılabilir, paylaşılabilir oluyor ve öykünün dili de kurgusu da atmosferi de alabildiğine basit ve yalın oluyor.  

    1. Pek çok öykünüzde ölüm temiyle karşılaşmamız, sadece hayatın tabii akışıyla olan irtibatınızla açıklanabilir mi? 

    Az önce dediğim gibi kastımahsusla seçtiğim bir tema yok. Sadece bir yol üzerinde yürüyorsunuz, sonra ortaya bir toplam çıkıyor ve bu toplamdan bir takım istatistiki sonuçlar elde ediliyor. Eserler de bu veriler, sonuçlar ışığında değerlendiriliyor. Elbette bunda bir sakınca yok, ama yazar açısından bir önemi var mı emin değilim. Gerçekten siz söylemeseniz bunun farkında değildim. Yıllar önce de dilbilimci bir arkadaşım yüklemlerimin genellikle olumsuz bittiği tespitini yapınca şaşırmıştım. 

    Öykü yazarken nerdeyse tek derdim, ele aldığım meseleyi, derdi layıkıyla anlatabilmek. Merkezde hep insanın olması gözettiğim önemli bir ilke; insan yoksa sanat yoktur dedik zaten. Merkezde insanın olmasını gözettiğinizde de ister istemez onun bütün halleri, toplam içinde ortaya çıkıyor, çıkmalı da. Ölüm insanın kaçınılmaz kaderi, bu kaçınılmaz kader elbette öykülerime sıkça girmiş olabilir. Ama öykülerimde ölümler genellikle kendiliğinden gelen, beklenen, olağan ölümler değil; ortada zalimlerin mazlumlar üzerinde yarattığı bir şiddet, terör -savaş demeye dilim varmıyor- var ve bu şiddetin gayriinsani sonuçları oluyor; hiçbir insan bu şiddeti ve bu sonuçları hak etmiyor, dolayısıyla korkunç sonuçları oluyor. Öyle ki bazen ölüm şifa olabiliyor. Bırakın bir yazarı, bir insanın bu gayriinsani sonuçlara tahammül edebilmesi mümkün değil; belki benim öykülerim bu mümkün olmayışın bir feryadıdır. Bu durumda dahi öykülerimde ölümü yazdığım söylenemez; ölüm bir sonuç, öykülerim olsa olsa bu sonucun nedenlerini ve sonucun etkilerini işlemeye çalışıyor, denebilir. 

    1. “Utanç”taki kahramanlarınız bir tür utanç duygusu yaşıyor ve çoğunlukla da boşlukta sallanıyor hissi uyandırıyor. Günümüzün insanını böyle mi değerlendiriyorsunuz? 

    Şöyle söyleyelim: Utanmak insanın en temel vasıflarındandır, çünkü insan ahlaki bir varlıktır; muhtemelen hayvanlar utanmıyordur. Utanma duygusu ahlaki sınırların çiğnenmesiyle ortaya çıkıyor. Tabii ahlak derken alabildiğine geniş düşünmek lazım; mesela zenginlerin malında fakirlerin doğal bir payı olması da bu sınırların içindedir. Böyle olduğu için birileri açlıktan ya da soğuktan ölürken, onların yanından bilmem kaç liralık kürkle geçen birinin utanmasını bekleriz. 

    Utanmasız bir insan düşünemeyiz. Utanmasız insan varsa, onu o yapan sınırları çoktan aştığından ona insan diyemeyiz zaten. Sadece günümüz insanını değil, bütün insanların utanma duygusunu yitirmemiş insanlar olarak düşünürüm. Bu yüzden de bazı durumlarda utanç içinde kalırız. İyi ki utanç içinde kalırız da dönülecek en kısa yoldan dönmeye çalışırız; bizi utanca sürükleyen durum karşısında “ne yaptım da böyle oldu” ya da “ne yapmadım da böyle oldu” gibi bir muhasebeye kapı açılır. Bu durum insanı boşlukta sallanır bir halde mi bırakır ya da başka bir ruh haline mi yol açar bilemem; bu biraz da kişisel hikayelerimizle ilgili olsa gerektir. 

    1. Öykülerinizde çok farklı anlatım teknikleri ve imkânları denemeyi seviyorsunuz. Parodi ekseninde yazdıklarınız da keyifle okunuyor. Yeni biçim denemeleriyle aradığınız nedir? Farklı biçimler yazara ve okura ne kazandırır? 

    Edebiyatın Doğası adlı bir kitabım var, bu meseleleri orada uzun uzun ele almaya çalıştım. Eğer bir sanat türünden söz ediyorsak son çözümlemede bir biçimden söz ediyoruzdur. Bu bakımdan benim biçimsel denemelerim daha çok öykü türünün imkanlarını yoklamakla ilgili. Çünkü her biçimsel deneme, gerçekliğin daha güzel, layıkıyla dile getirebilmesiyle ilgili bir arayıştır. Belli konuları daha iyi öğrenmek için sanat eseri okumadığımıza göre, burada nasıl dile geldiği, ne şekilde surete büründüğü daha öncelikli meselemizdir; yani siretin suretle buluşması gibi diyelim. 

    Malumunuz bizde güzellik, iç güzelliğin surete yansımasıdır ve ayrıca kendi kemalini bulmasıdır. Güzellik ancak bu şekilde açığa çıkacağı için sanatçıya düşen, ele aldığı tipin, kahramanın kendi mümkün sınırlarını yoklamak, onun siretini en güzeliyle resmedebilecek biçimi bulmaktır, diyebiliriz. Bu da yazara, iyi yazar payesini kazandırır; okura da iyi bir metin okuma fırsatı sunar. 

    1. Genç öykücülerin nevrotik durumları, bunalım ve çıkmazları merkeze alarak yola çıkmalarını ne denli sahici buluyorsunuz? Belki genç öykücüleri de aşan bir problemdir bu? Öykücü kendini neyle, nasıl bulabilir? 

    Bu duruma iki açıdan yaklaşabiliriz: i) Batı iki dünya savaşı yaşadı ve bunun korkunç sonuçları oldu. Sonuçların belki de en korkuncu anlam problemiydi. “Bütün bunlar niçin başımıza geldi” sorusu gerçekten can yakıcı bir sorudur. ii) Modernliğin sonuçlarından söz etmiştik, sizin andığınız durumlar biraz da modernliğin beraberinde getirdiği sorunlar. Batı bunları yoğun bir şekilde yaşadı. İstitraden söylemekte fayda var, o dönem birçok sanat akımının doğması da bunlarla ilgiliydi. 

    Sizin nevrotik, bunalım, çıkmaz dediğiniz ruh durumları, edebiyatımıza 1950’li yıllarda girdi ve buna “bunalım edebiyatı” dendi. Buradaki bunalım biraz özenti, biraz taklit kokuyordu. Sonrasında ülkemiz sık sık askeri darbelere maruz kaldı, darbelerin insan üzerindeki etkilerini de düşünmek gerekir. Ağır işkenceler, kayıplar, ölümler… özellikle 1980 darbesinin insanlar üzerinde yarattığı korku atmosferi yaşayanların malumudur. Yaşanan acıların, baskıların insanı dilsizleştirmesi, içine döndürmesi kaçınılmazdır. Edebiyatımız bu içe dönüşü doğal olarak yoğun bir şekilde işledi. Sonraki kuşakları da etkiledi. 

    Dahası bugün psikiyatristlerin, liderlerin, koçların, guruların rehberliği olmadan hayat içinde yolunu bulamayanlar var. “Aman canım bunlar da küçük burjuva bireyin modernist can sıkıntıları” deyip sırt dönemeyiz. Dönsek de bu onların gerçeğini değiştirmez. Edebiyatın bu iç sıkıntılara bigâne kalmasını da düşünemeyiz bence. Ama özellikle 1980 sonrası, bu “can sıkıntısı” neredeyse edebiyatın tek meselesi haline geldi ve sürekli iç kazı yapmaya başladı. Üstelik bu kazılar insanı belli bir aydınlığa, felaha, inşiraha çıkaran kazılar olmayıp daha çok hafif özenti kokulu “modernist iç kazılardı.” Hal böyle olunca edebiyat dışarıdaki çırılçıplak gerçekliği ıskalamaya, insanın başka hallerini unutmaya başladı. 

    Son yıllarda, bir körlüğe dönüşen bu iç kazılardan uzaklaşıldığını düşünüyorum. Onun yerini daha çok nostalji almaya başladı sanki. -Tabii genellemelerle konuştuğumun farkındayım.- Henüz yirmili yaşlarını sürenler köyden, nineden, dededen, ineklerden, tavuklardan özlemle söz ediyor. Oysa köy hayatı olsa olsa yaz tatilinden çalınan birkaç günden ibarettir ya da 1990’larda doğanlar, doksanlar nostaljisi yapıyor ya da yabancı diyarlarda geçen, yabancılar üzerinden öyküler yazılıyor ya da mikro politikalara sıkışmış bir öykücülük var. Bunun nedenlerinin başında günceli, günü kucaklayamamak geldiğini düşünüyorum; yaşanan bunca acıyı, sürgünleri, öldürmeleri, sömürülen emeği, helal ekmek peşinde koşmaları kendince bir yere koyamadığı için eserinde de işleyemiyor. Geriye çocukluğun, gençliğin saflığı, temizliği, erdenliği kalıyor sanki. Yine de gençlere her zaman fırsat verilmesinden dahası avans verilmesinden yanayım. Malumunuz, insanın aklı kırklı yaşlarında baliğ olur.

    Kendini bilmek, her zaman Rabbini bilmeye götürmeyebilir. İnsan önce rabbini bilecek, O’nu bilirse kendini de bilir. Vahyin ve sünnetin aydınlığında yolunu bulabilen, Rabbini de kendini de bilir. Öykücü de bir insan olduğundan bu durumun dışında değildir, diye düşünüyorum. Bizim Külliye, mart-nisan-mayıs 2021, s. 87