Öyküler

  • UZAK
    UZAK

     

    Başka bir dilin içinde yaşayıp 

    başka topraklara düşen: neneme ve dedeme.

     

    Kurumaya bırakılmış çamaşırlardan yükselen sabun kokusunu, ocağın kenarına çekilmiş tencereden yükselen tarhananın buğusunu içeride bırakarak çıktı. Güneş, geniş ovanın bittiği yerden yükseliyordu. Beton eşiğe oturdu. Sol yanına vuran güneşten daha fazla faydalanmak için hafif sağ yanına döndü, sırtını güneşe verdi: Artık güneş çok uzaktan doğuyordu. Ormanlarla kaplı dağların hemen ardından belirivermiyor, dallarla yapraklarla oynaşmıyordu. Gece biraz daha karanlıktı; bitmek bilmiyordu. Erkeklerin namaz kıldığı barakada amenerrasulü okunuyordu, az sonra dağılırlardı. Dirseklerini dizlerine dayadı, öne doğru eğildi, burada değildi. Bildikleri bir göğün altında ama bilmedikleri bir yerde mi yaşayacaklardı? Eline aldığı çomakla farkında olmaksızın toprağı eşeleyip duruyordu. Çok iyi bildikleri; alışkanlıklarla hiç düşünmeden yaşayıp gittikleri bir dünya yoktu artık. Her şey tuhaf bir şekilde geride kalıyordu. Gelenler bir tufan gibiydi, önlerine çıkanı yakıp yıkmışlardı. Acıyla kasıldı, günün ilk ışıkları sırtına vuruyordu. Kalbinde bir acı, bir kama. Biliyordu, eşyaların onu hatırlamayacağını. Hafızasını doldurmak, oraları hiç unutmamak için koca koca açılmış gözlerle, büyük bir iştahla her şeye, her yana bakıyordu. Elleriyle yaptıkları, çattıkları, derledikleri her ne varsa talan edilecek, hepsine sinen ter kokuları uçup gidecekti biliyordu. Gelenler büyük bir öfkeyle belki de her şeyi yıkıp yeniden kendileri için yapacaklardı. Bir daha oralara dönme umutları vardı; dönebilmeyi umuyorlardı. Geride bıraktıkları her şeyi Allah'a emanet etmişlerdi; olmazsa; dönemezlerse: Sabahın erken saatinde kalkmış bahçeyi gezmişti. Daha önce hiç farkına varmadığı taşlara dokundu, bahçenin çitlerine, yarı açık kalmış bahçe kapısına. Olmazsa, dönemezlerse; her şeyin, geride bıraktıkları her ne varsa hepsinin onları hatırlamasını diledi. Bir an, avludaki taşı görünce kalbinde bir ışıma oldu; ama şimdi neler hissettiğini bile hatırlamıyordu: sisli, bulanık, müphem bir uzaklık girmişti araya. Kopup gelmek… bir boşluk… ilk kez boşlukla yüz yüze gelmişti; öncesi, sonrası olmayan…. Öksürüklerin karıştığı ayak seslerini duyunca, feracesini toparladı, omuzlarına atıverdiği sarıüstlüğünü yaşmağının üzerine çekti. Eşeleyip durduğu toprağı fark etti, bırakıverdiği çomağı. Güneşin kızıllığı altındaydı bütün ova; uzak ve derinden baktı her şeye, her yana; her şeydeki, her yandaki yangını gördü, alevler içindeydi. İlk kez kendilerinin kullandığı beton eşiği fark etti; ne kadar da hafızasızdı. Barakalarına dağılan erkekleri, kapı önlerinde bekleşen kadınları, çitle çevrilmiş elli altmış barakayı hatırladı; az sonra kumanya dağıtılacağını, kuşluk sonrası diğer kadınlarla bir köşede toplanacaklarını da. Yeni yüzlerin, yeni seslerin, yeni bir dilin içindeydiler. Hiç tanımadıkları yüzlerin; hiç duymadıkları seslerin; hiç anlamadıkları bir dilin içinde boğulur gibi yaşıyorlardı. Boğulmuyorlardı; dalgaların, fırtınaların ortasında, uğultuların içinde… Durmaksızın yalnızlaşıyordu, geniş bir aileden kalakala iki kişi kalmışlardı, değişmeyen bir yalnızlık her yanlarını çepeçevre kuşatmıştı. Değişmeden süregelen yalnızlığın içinde neleri unutmuşlardı… Kocasının güneşle aydınlanmış yüzünde uzun bir gelecek gördü: dağlar, dereler… Dağlar, dereler arasından akıp gidiyordu, kendine doğru mu? Bir uğultu ormanın içinde… içinden hiçbir zaman çıkamadığı bir orman, bir uğultu… Geleceğe doğru bir uğultu gibi akıyordu. Gözleri ışıdı. İçeri girdi, ne sabun kokusunu ne de tarhananın yükselen buğusunu hissetti. İlk kez kendilerinin kullandığı barakada yersiz yurtsuz gibiydi. Ne dışarıda kendilerinden önce bir ayak izi ne de içeride başkalarından kalmış umutlar, hayal kırıklıkları. Tek kişilik iki somya, belki de harpten kalma… yeni evliydiler… yan yana getirmişlerdi… ince bir yatak… somyanın yaylarını kaburgalarında hissediyorlardı… kullanılmamış bir çarşaf... dört battaniye... toprak tabana yayılmış kaput bezi… sadece orta yeri kaplayan... yemek yedikleri... namaz kıldıkları… İki denk yapıp getirebildikleri üç beş çamaşır, çocuğu için hazırladığı zıbın, hırka ve patik; gemide, üst üste yığınla insan, nefes alamıyorlardı; çocuğu kum gibi akıvermişti bedeninden. Şimdi, burada, hep beraber, herkes için mutlu bir hayat yaratmak için yeniden çaba gösterebilecekler miydi? Yakıp yıkılmışlardı. Dışarıda bir hareketlilik… Kumanyalar gelmiş olmalıydı, günlük tayınları da. Görevliler geldiğinde nedense anlaşılır bir sesle konuşamaz olmuşlardı; fıs fıs, hatta kaş göz işaretleriyle… Yabancı bir memleketin kokusuz rüzgarı: tanıdık bir ses, tanıdık bir kelime, tanıdık bir koku taşımayan. Gelenlerde bir öfke… Anlam veremiyorlardı, anlam veremedikçe susup birbirlerine kapanıyorlardı. Birbirlerine kapanmışlardı erkekleri camide topladıklarında. Kaç kişi dağdaydı, davardaydı! Çocuklar eteklerinde, kucaklarında, bağırlarında… Üçyüzelli haneli köyden yetmişiki erkek caminin önüne dizilmişti. Hatırlanabilir mi, söylenebilir mi, anlatılabilir mi? Evlerinden çıkmalarına izin verilmemişti, çipil çipil gözleriyle çocuklar babalarını, dedelerini soruyorlardı, kendilerinden gözlerini kaçıran annelerine, nenelerine. Gençti, örgülü sarı saçları beline kadar inerdi; yeşil gözlerinde dağları delen aydınlık aslında karnındaki bebeğin… Gençti, bir kadın olarak hayata daha yeni yeni adım atıyordu, ama geçmiş, durmadan genişliyordu, omuzları çöküyor, dizleri çözülüyordu. Arkada kalanlarla aralarına bir cehennem girmişti, onlar için sır olmuşlardı artık. Bu sır, içindeki tohumun çürüyüp akması gibi şimdi kalbini de mi çürütecekti? Hafif nemli sofra bezinden yükselen sabun kokusuyla orta yere çöküverdi. Oturduğu yerden savurdu bezi, olmadı; bir daha; uzandı açılmamış uçlarını yaydı. Kocası kapıdan içeriye omuzları çökük, dizleri çözük olarak girdi. Gençti, bir erkek olarak hayata daha yeni yeni adım atıyordu; ama geçmiş, durmadan genişliyordu, omuzları çöküyor, dizleri çözülüyordu. Fakat bu kez farklıydı. Yere yığılırcasına bıraktı kendini. Elinde ne kumanya ne de tayın. Görevlilerin her zamanki öfkeli bakışları, sert muameleleri arasında sadece bir tek sözcüğü tanımıştı: gâvur. Üçyüzelli haneli köyden yetmişiki erkek, caminin önüne dizilmişti. Çetecilerle aynı dili konuşuyorlardı. Gâvur, demişlerdi, tetiklere asılmadan önce; hatırlanabilir mi, söylenebilir mi, anlatılabilir mi?Hatırlayabilse, söyleyebilse, şunları da anlatmak isterdi:Meleğin kanadını hissetti yanağında; ürperdi; yok hayır! başka bir şey: içi titredi; içinden bir şey koptu, kanatlandı göğe doğru.
    Bildik rüzgar şimdi açık kalmış bahçe kapısını, avludaki taşı, bahçeyi çevreleyen çiti okşuyordu. Barakanın aralıklarından yol arayan bu yabancı rüzgarsa sadece soğuk demekti.
    Kampları, bir dağın yamacından ovaya uzanan şehirden epey uzakta kurulmuştu. Gelip giden görevlilerden başka kimseyle temasları yoktu, niye diye düşünmediler bile; çünkü cevabını biliyorlardı. Cevabını bildikleri soruyu hatırlamamak için niye diye düşünmüyorlardı.
    Sürülecek tarlaları, bellenecek bahçeleri yoktu… verilecekmiş. Ovanın bu ucunda onlar için bir köy kurulacakmış.
    Geri dönememek, geri dönememenin cehenneminde, bugünün avuntuları, yarının umutları yanıp küle dönmekteydi. Hayatın küle döndüğü bu anı yaşamayan bilmez, dönüş umutlarını yitirmeyen bilmez.

    Kendi ellerinin arasından aktı, kum gibi.